Üniversite yıllarımın başında sıkı takip ettiğim popüler bir edebiyat dergisi vardı. Franz Kafka'nın portresinin işlendiği bir sayısında, yazarın şu sözüne yer vermişlerdi: "Okuduğumuz kitap bir yumruk gibi tepemize inip bizi uyarmadıktan sonra neye yarar?" O an düşünmüştüm, 'Benim tepemdeki biricik yumruk hangisi?' diye...
Aklıma o sıralar dikkatimde olan belki daha derin, daha zengin, daha doygun eserler değil de, daha da küçük yaşlarımda okuduğum Reşat Nuri Güntekin'in Acımak romanı. O zamandan belli bir vakte kadar yazın türlerinde Türk ve Dünya edebiyatından daha nice kitap okumuştum ama ne hikmetse Acımak'ın tahttaki yeri sabitti; Peyami Safa'dan Yalnızız ile karşı karşıya kalana değin. Hâlihazırda kitaplıkta Kafka ile göz göze gelsem de o bana 'sorar gibi' bakıp, meşhur kelâmıkibarını hatırlatsa aklıma hiç düşünmeden bu iki kitap gelir.
İbn-i Sîna'ya, Cemil Meriç'e, ne bileyim Necip Fâzıl'a, belki İsmet Özel'e ayıp ediyormuşum gibi gelir, sonra gider o akıl sisi. Gitsin de. Gereğinden fazla hoşgörü, îtinâ ve imtinâyla edindiğim insan birikiminde sadeleşme cüretini otuz beşimde bile Peyami Safa sayesinde gösterebiliyorsam, gitsin evet, çünkü o şöyle söylüyor o güzel eserinde: "Yalnızım, evet yalnızız. Yani, bak, büyük kalabalıkların ortasında, insan denilen sosyal varlık kendi iç dünyasının mahpusu hâlinde, şifasız bir yalnızlığa mahkûm. Yalnızım, evet herkes yalnızdır, yalnızız. Bütün ihtilâflarımızda yalnızlıklarımız çarpışıyor. Hatta kendi kendimizle mücadelelerimizde bile, kendilerimiz birbirine karşı yalnızdır.''
Ben 'yalnızlığa' karşı böylesine vurucu, böylesine sarsıcı, retina, iris, korneanın falan böyle bir olup da cümleleri vücuda getiriyormuşçasına okuyanın gözünün ta içine dikilen başka bir istidlâl okumadım, izlemedim, görmedim. Başucu psikoterapistim Victor Frankl yalnızlığın rûh hâline böyle bir tanım getirmiş değil. Hüzünlü, zorlu bir yaşam hikâyesine sahip Peyami Safa. Erken yaşta kaybedilen baba, kardeş... Sonrasında yaşadığı hastalıklar, fakirlik, yoksunluk ve bittabi çaresizlik.
Yükseköğrenim görmemesine rağmen kendini oldukça nitelikli bir şekilde yetiştiren ve dil öğrenen Safa'nın tüm bîçarelere ilaç gibi gelen şu sözlerini de hatırlatmalı: "Bütün çocukluğum ve gençliğim korkunç bir hastalığa ve yoksulluğa karşı mücadele içinde geçti. Kimsesiz, parasız ve sıhhatsiz kaldım. Orta sekizden yukarı okul görmedim. Hastalık, cehalet ve sefalet ejderleriyle boğuştum. Aranızda hastalara, fakirlere ve kimsesizlere sesleniyorum. Kendinizi sağlam, zengin ve arkalı farz ediniz. Öyle çalışınız.''
Safa'nın hayata, şartlara ve edebiyata karşı özverili mücadelesi onu türlü başarılara ulaştırdı. Kimi zaman müstear isimle ve en çok da Server Bedi adıyla tefrika edilen yazıların başında Yalnızız geliyordu. Fatih Harbiye, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Mahşer gibi ses getirmiş eserleri arasında Yalnızız, yazarın dilini zirveye taşımış bir romanıdır. En etkileyici taraflarından biriyse şüphesiz eserin başkişisi Samim'in düş ülkesi, ütopyası Simeranya'dır. Parapsikolojik bir nitelik taşıyan Yalnızız'da insanların, olayların ve durumların incelikle masaya yatırıldığını görürüz. Sınırlı mekân ve karakterle cihanşümul meselelerin mercek altına alındığı roman, felsefi ve sosyolojik sahada da iddiasını hep koruyan sapasağlam bir eser.