Pablo Picasso, resmine bakıp "Bu nasıl balık" diyen birine, "O balık değil, balığın resmi!" der. Yazıya İspanyol dahi ressam ile girmemin sebebi resim sanatı değil. Konumuz Tuncer Erdem'in Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkan yeni kitabı Kötü Tabiat, İyi Doğa adındaki kitabı... Yazar aynı zamanda bir ressam, çizer... Ve anlatmaktan öte çizmeye sevdalı. Bir ifadesi hayal meyal aklımda şöyle kalmış: "Önce yazmayı değil, görmeyi çizmeyi öğreniriz."
Evet, insanın duyuları ana rahmine düştüğü andan itibaren işitme merkezli ilerlemiyor mu? İlk çağların mağaralarına insanlar hep resimler çizmemiş mi? Peki nedendir yazının, çizgilere baskınlığı, öyle midir gerçekten. Bunlar Kötü Tabiat, İyi Doğa'yı okurken aklıma gelenler. "Ben gidiyorum baba" diye başlıyor ilk Gidiş öyküsü...
Karşı sayfada -kitabında tümünde karşımıza çıkacak- resimlerden biri. Genç, atkısını dolamış boynuna, kararlı bir duruşu var... Hemen kafamda Yusuf/Cat Stevens'ın Father and Son şarkısı çalmaya başlıyor. "Giderken yol boyu seni düşündüm baba. Birlikte biçtiğimiz ekinleri, kol kola dans ettiğimiz hasat şölenlerini, bağlardan kovaladığımız tilkileri, geceleri bana anlattığın denizci hikayelerini..."
Farz et ki diyor, "Ona hiç hikaye anlatmadın..." Aklım yetimler, öksüzler geliyor. Deprem, Maraş, Adıyaman, Gaziantep derken, yarım kalan bir sürü hikaye. Tüm babalara seslenesim geliyor: Her gece son kez bakıyor gibi gidip öpün, sarılın, masal okuyun. Yarın yokmuş gibi düşünün. Su gibi akıyor öykü. Yer yer yüreğinizi dağlıyor, yer yer babanızın elini sırtınızda hissettiriyor.
O sırada Father and Son'ın son cümlesi kulağıma çalınıyor: I know, I have to go (Gitmem gerektiğini biliyorum) Derken ikinci öykü Çaylak başlıyor. Artık bozkırdayım. Yazarın da anlattığı gibi, "Sapsarı uzandı gene ufka doğru..." Tuncer Erdem, çizgilerinde öyle resmetmiş ki Anadolu insanını, çok iyi tanımış, öyle karalamış. Dökülmüş saçları, çatık kaşları, mecburen takılmış kravatıyla bir bozkır insanının belli ki işi düşmüş şehre. Aklıma bu kez de merhum Erdem Bayazıt'ın şiiri düşüyor: "Apartman odalarında büyüyen çocukların bilmediği, bilemeyeceği Anadolu bozkırlarında..." Diyorum ya, akıp gidiyor öyküler. Acelesi var satırların, birbirini kovalıyor. Ama siz durarak okumak istiyorsunuz.