Ortaokul yıllarında Türkçe öğretmenimiz Namık Kemal Aktan, klasiklerden oluşan 40 kitaplık listeyi önümüze koyunca nedense ilk kitap olarak 'Don Kişot'u seçmiştim. 15 günde okuduğumuz kitapları sınıfta anlattıktan sonra sınıftan gelen soruları cevaplamak çok hoşuma gitmişti. 'Don Kişot' ve o yıllarda okuduğum klasikleri, üniversite yıllarında tekrar elime alınca, o çocuk aklımla romanların birçoğunun olay örgüsüne takılıp kaldığımı anladım. Karakterleri, onları var eden koşulları, yazarların insanı anlama çabasını ve tabii edebiyatı es geçtiğimi, klasikleri ikinci turda okuyunca anladım.
Meslek hayatımın şoklarından birini de yine bu klasikler sayesinde yaşamıştım. Yıllar önce Kitap Çevirmenleri Meslek Birliği ve Yayıncılar Meslek Birliği'nin hazırladığı İntihal Komisyonu Raporu'nu okuyunca dünya klasiklerinin nasıl 'katledildiğini' acı bir şekilde öğrenmiştim. Mesela 'Don Kişot' 906 sayfaydı. Benim okuduklarım ise 500-600 sayfa arasındaydı. Bu da klasikleri tam olarak okuyamadığımızın göstergesiydi. O zaman klasikleri tekrar okuma kararı almıştım.
Ama bu kararı uygulama şansım yeni yeni oluyor. Turkuvaz Kitap dahil pek çok yayınevinin orijinal metinlere bağlı kalarak yeniden çevrilen klasik kitaplarını tercih ederek Rus, Fransız, Alman, İngiliz, Türk klasiklerini tekrar okur oldum son zamanlarda.
Klasiklerle olan üçüncü sınavımda fark ettim ki, bu kitaplarda insana dair, hayata ve edebiyata dair çok derinlikli tespitler var. Onları anlamak, kavramak için meğer yaş almak gerekiyormuş. Ki bu tespitler pek de haz etmediğim kişisel gelişim kitaplarını topunu taca çıkartacak türden.
Ama asıl bahsetmek istediğim başka. Mesela Türkiye'de ağırlıklı olarak Rus klasiklerinin bir ağırlığı vardır insanlar üzerinde. Benim için de geçerliydi bu durum. Lakin klasiklerle olan yeni sınavımda anladım ki, Fransız klasiklerini daha yakın buluyorum kendime. Victor Hugo, Balcaz, Emine Zola birden beğeni listemde birçok Rus yazarın önüne geçtiler diyebilirim.
Bir de post modern dünyanın her şeyi yeniden tanımlama iştahından mıdır nedir, klasiklere demode gözüyle bakmanın ne kadar yanıltıcı olabileceğini düşündüm. Bir eserin klasik olabilmesi onun zamanın üzerinde kalmasıyla ilgili... Ki tam da bu post-modern anlayış klasiklerin bu özelliğini eleştirip durdu yıllarca, ama zamanla sınanmış bu eserleri tekrardan okuyunca anlıyorsunuz ki, post-modern anlayışın bu saldırısından da kurtarıyor kendini klasikler...
Bugünün dünyasında her şey gibi edebiyat da büyük bir sınav veriyor. İyi edebiyatı öncelemek, okur olarak bu yönde çaba harcamak biraz küçümsenir oldu. Güncelin cazibesine kapılıp aslında bize dayatılan eserleri okumak geçer akçe adeta. Tuhaf bir beğeni baskısı hakim... Oysa güncelin cazibesi, güncelin girdabına dönüşmüş durumda. Ve farkında mıyız bilemiyorum o girdapta boğulma tehlikesi yaşıyoruz. Naçizane bu girdaptan çıkmanın bir yolu oldu klasikleri yeniden okumak. Sizi özgürleştirdiği gibi, kendinizi de yeniden keşfetmenizin önünü açıyor...
KAYIP KİTAPLARA YOLCULUK
"Kayıp kitaplar, yazarının tamamlayamamış da olsa yazdığı; birilerinin gördüğü hatta okuduğu fakat sonradan yok edilen veya ardında neredeyse hiç iz bırakmadan yok olan kitaplardır" diyor Giorgio van Straten... Kimlerin kitapları derseniz Lord Byron, Ernest Hemingway, Bruno Schulz, Nikolay Gogol, Walter Benjamin ve Sylvia Plath gibi namlı yazarların. Van Straten büyülü, gizemli bir yolculuğa çıkarıyor 'Kayıp Kitapların İzinde' kitabında bizleri. Everest Yayınları'ndan çıkan ve bir solukta okunan kitap ilginç ayrıntılarla dolu. Kimsenin merakını kaçırmak istemem bunun için çok ayrıntı vermeyeyim. Ama yazarın bütün bu yolculuğun sonunda bana ilginç gelen bir tespiti var: "Yolculuğun sonunda kayıp kitapların diğer kitaplarda olmayan bir şeye sahip olduğunu fark ettim; bu kitaplar okumayanlara onları hayal etme, haklarında hikayeler anlatma ve onların yeniden yazma imkanını miras bırakıyorlar."