İstanbul bir kitapsa, yazarı 72 millettir. Her biri izler bırakmış, kültür, gelenek, tarihle yoğrulmuş. Üstüne biriken hayatın sesleri, anıları, yaşanmışlıklarıyla görkemli bir medeniyet kurulmuş.
Bugün koca bir dev haline gelen bu azman metropol her daim küllerinden doğmuş, şaşırtmış ve yoluna devam etmiş.
Son dönemdeki kazılarla kentin tarihi neredeyse 10 bin yıl öncesine kadar dayanan İstanbul, görkemli, şatafatlı Bizans İmparatorluğu'ndan sonra fetihle birlikte dünya sahnesine Müslüman kimliğiyle damga vurdu.
Orta Asya'dan Anadolu'ya oradan da bu kadim şehre taşınan Türk-İslam gelenekleri ve felsefesi, Bizans mirası Rumları, İspanya'dan kaçan Yahudileri, Ermeni, Arap, Latin ve diğer halklarla iç içe geçti.
Her biri dini inançları, kılık kıyafetleri, yemeiçme, eğlence gibi insan hayatına dair ne varsa kendi dünyalarında bir kültür oluşturup, sonra da birbiriyle temas etti.
Bugün modern dünyanın yere göğe koyamadığı çok kültürlülük tam da İstanbul'un bir tarifiydi.
O günleri seyyahlar, vakanüvisler, elçilerin yazdıklarından, arşivlerdeki kayıtlardan takip etmek mümkün.
Bir de yüzyıllarca süren, kuşaktan kuşağa aktarılan hayatın kendisi var. O dönemin tanıkları (ki bir elin parmaklarını geçmez) muhteşem bir gözlem, doyumsuz bir edebiyat lezzeti ve akıcı üsluplarıyla, imparatorluğun başkentindeki gürül gürül akan yaşama her pencereden baktılar.
Özellikle Osmanlı'nın son dönemiyle Cumhuriyet'in ilk yıllarında yaşamış olan Sermet Muhtar Alus ve Balıkçı Nâzırı Ali Rıza Bey'i ayrı bir yere koymak gerekiyor.
Sokaklar, semtler, saraylar, şehzadeler, valideler, konaklar, yalılar, tarikatlar, kır alemleri, ramazanlar, camiler, mahyalar, bayramlar, eğlenceler, vapurlar, kabadayılar, çocuklar, envai çeşit esnaf, satıcılar, lokantalar, balıklar, kahvehaneler, keşler, meyhaneler, dilenciler, kısaca hayatın kendisi onların radarındaydı. Gelenek ve görenekleriyle, doğumdan ölüme, sofra adabından yemek pişirmeye, aşk meşke kadar 19. yüzyılın eski İstanbul'unu günümüze taşıdılar.
İlber Ortaylı'nın dediği gibi; değişen ve değiştirilen tarz-ı hayat nostaljiyi davet etmişti.
Kaybolmakta olan bu manzarayı ne tarihçilerin, ne de tarih belgelerinin resimleyeceği açıktı. Edebiyatın ifade cömertliğine ustalıkla sığındılar. Kaybolan çocukluklarının dünyasını; rengi, kokusu ve tadıyla her biri kendi üslubunda canlandırdı.
1842 doğumlu Ali Rıza Bey Tanzimat döneminde çeşitli memuriyetlerde bulunmuş bir aydındı. Balıkhane müdürlüğü yapmış olduğu için bu adla anılırdı. 1920 ve 1925 yılları arasında gazete ve dergilerde yayınlanan yazıları elden geçirilerek günümüz Türkçesiyle yayınlandı.
Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı (Kapı Yayınları) kitabı, yazarın hem tanıklığı hem de dinleyip, okuduklarıyla bir belgesele dönüşüyor.
Kitap eski İstanbul'a güzellemeden ibaret değil.
Ali Rıza Bey, hayatın kendisi gibi o dönemin sevimsiz, kötü ve rahatsız edici yanlarını eleştirmekten geri kalmıyor. İnsan tasvirleri ise ayrı bir alem. Üstüne, başına, davranışlarına, eylemlerine kadar verilen ayrıntılar bazen kahkaha attıracak kadar müthiş.
Beyazıt Kulesi'nde (ki çocukken çıkmışlığım vardır) iftar düzenlendiğini ilk kez Ali Rıza Bey'den öğrendim. 200'den fazla ahşap basamağı aç biilaç çıkanların manzara karşısında her şeyi unuttuklarını 90'lı yaşlarındaki Memiş Efendi'nin merkezinde esprili bir dille aktarıyor.
Örneğin, her sene mart ayının başında has kefalden balık çorbasının en âlâsını pişiren Balıkhanenin Birinci Çorbacıbaşısı Mustafa Efendi, bohçacı kadınlar, tatlı dilleriyle halkı kandırıp para koparanlar, kahvede uyuklayan yaşlılar, yüksek makamdaki kadınlar ve diğerleri.
Ya da padişahların da bizzat içinde olduğu ilginç anekdotlara ne demeli... Lüfer zamanı Kanlıca'da dillere destan alemi merak eden padişah Abdülaziz, gizlice körfezi dolduran kayık ve sandalların arasına karışır. İhtiyar bir vatandaşla sevimli rastlaşması gülmek ve üzülmek arasındaki ruh halleri... Ya da 2. Mahmud'un, Ramazan ayında Üsküdar'daki Mihrimah Sultan Camisi'nde namazı kılıp orucunu açmak için Şeyhülislam'ın evine habersizce gidişi ve ağırlanışından hayli memnun kalıp hediyeler vermesi...
Ancak padişahlı öykülerin doruğu ise kendisinin de tanık olduğu Fransa İmparatoriçesi Eugenie'nin İstanbul ziyareti.
Padişah Abdülaziz'in Fransa'ya seyahatinden sonra 3. Napolyon'un eşi iade-i ziyarette bulunur. Hünkar İskelesi'nde başlayıp, Beykoz Kasrı'nda süren karşılama, ağırlama, yemek ve gece yarılarına süren gösterileri okurken oradaymış gibi hissediyorsunuz Ali Rıza Bey, "O zamanlar herkesin yüzünde bir mutluluk vardı" diyor ve ekliyor: O ne güzel gösteriler, ne şen ve mesut günlerdi...