İsmail Kadare, Arnavutların yaşayan en büyük yazarı. 1936'da Ergiri'de doğan yazar, bildiğim kadarıyla yazarlar birliği ile görüş ayrılıkları sonrasında Fransa'ya yerleşti. Adı Nobel adaylığı için de sık sık geçen yazar, Nobel'den sonra en prestijli edebiyat ödüllerinden biri olarak kabul edilen Man Booker Uluslararası Ödülü'ne layık görülmüştü daha önce.
Kadare bizde Ölü Ordunun Generali kitabıyla meşhur oldu ama çeşitli yayınevleri tarafından da birçok kitabı Türkçeye tercüme edildi. Yazarın kitaplarında Ergiri'de geçen çocukluk ve gençlik yıllarından izler görmek mümkün. 2. Dünya Savaşı yıllarında İtalyan, Yunan, Nazi güçlerinin işgal ettiği kentteki sivil mücadele, işgal yıllarının karanlık havası, bağımsızlık mücadeleleri Kadare'nin kitaplarının ana konuları.
Bir de tabii Enver Hoca var. Moskova ve Pekin etkili politikalarla kendinden söz ettiren Enver Hoca'nın yönetimi de Kadare'yi etkileyen unsurlar arasında. Öyle ki Kadare sosyalist bir yazar olma yolunda Rusya'da öğrenim görmeyi tercih ediyor. Sanırım Gorki Enstitüsü'nde edebiyat öğrenimi görüyor. Fakat sosyalizmin uygulanması konusunda yaşadığı hayal kırıklığı da yapıtlarına sinmiştir. Bizde Attila İlhan'ın Hangi Sol'unda yaptığı tartışmayı andıran kimi çıkmalar çeşitli romanlarına serpilmiştir zaten. Kendi okumalarımdan gördüğüm kadarıyla da Sartre, Camus, Hemingway en çok etkilendiği yazarlar. Öte yandan Kafka da çok tesir etmiş Kadare'ye.
Romanları hep Arnavutluk'un milli kimlik inşası üzerine kaleme alınmış gibidir. Sürekli işgal altında tutulan ülkedeki bu süreğen durumun yarattığı karmaşa, kimlik bunalımları Kadare'nin kitaplarında masalsı bir dille anlatılır. Bir tür Yeni Gerçekçilik icat eder Kadare. Bu gerçekçilik üzerinden Arnavutluk'un konumunu sorgular boyuna. Arnavutluk'un Avrupa'ya dâhil olması konusunda bir tezi vardır. Ülkenin Türk ve Slav geçmişini yer yer eleştirir, bazen kabul, bazen de reddeder. Osmanlı geçmişine bakışı da karmaşıktır. Bunu bir istila gibi de anlatır. Çünkü Arnavutluk'un Roma ile yaşıt olduğunu iddia eder. Ki komünist rejimin çöküşünden sonra da ülkenin "Avrupa yarım adasının bir parçası" olması gerektiğini söyler sürekli. Garip bir şekilde Hıristiyanlığa vurgu yapar mesela. Kadare'nin fikirlerinin bir tezden çok duygusal bir iddia olduğunu düşünüyorum. Ama tabii bu mesele başka bir yazının konusu.
Gelelim Rüyalar Sarayı'na... 80'li yıllarda yayımlanan kitabın 2022'de Türkçeye çevrilmesi en baştan büyük bir talihsizlik. Çünkü kitap bir tür anti-totaliter roman. Kadare'nin Osmanlı konusundaki en düz ifadeyle "nefreti" bu kitapta doruğa çıkmış. Enver Hoca üzerinden elbet bir rejim eleştirisi var ama bu eleştiri nedense Osmanlı üzerinden bir tartışma açarak işlenmeye çalışılmış. Bütün bir Kadare anlatısına sinen bu bilinçli tarih tartışmasının sebepleri malum. Daha ayrıntılı bir Kadare okuması yapmak isteyenler için Ayhan Demir'in Balkan Defteri - İsimler, Eserler ve Hayatlar (Ketebe - 2020) kitabını tavsiye edebilirim.
FLU KALAN BÖLÜMLER
Kitabın ana karakteri Mark-Alem isimli bir erkek. (İsimdeki Mark ve Alem tercihleri sanırım Arnavutların kimlik tartışmalarını da yansıtıyor.
Bir de ana karakterin devşirme bir aileden gelmesi.) (Öte yandan, romanla ilgili yabancı bir sitede okuduğum bir yazıda romanın kahramanının Ebu Kerim olarak anlatıldığını gördüm. Jaguar Yayınları kitabın künyesine Arnavutça aslından diye yazmış, öyleyse hangisi doğru, Mark- Alem mi, Ebu Kerim mi?) 20. yüzyıl romanının diğer yalnız, erkek anti-kahramanlarını çağrıştırıyor isim ister istemez. Anladığımız kadarıyla zaman 19. Yüzyıl. Ama Osmanlı Birleşik Devletleri hayalleri de kuruluyor kitapta. Dolayısıyla zaman konusunda tam bir netlik söz konusu da değil. Osmanlı'nın gerileme dönemi olduğunu düşünüyorum. Kitabın geçtiği şehir de net değil. Buraları yazar flu bırakmış.
Kahramanımız yaşadığı şehirde bulunan Tabir Sarayı'nda bir iş görüşmesine gidiyor. Kitabın başlangıcı tam anlamıyla Kafka'nın Dava romanını andırıyor. Dava'da K.'nın dolaştığı adliyenin giderek bir labirenti andıran karmaşık odaları ve o karanlık kaybolmuşluk hissi, o Gotik atmosfer Rüyalar Sarayı'nın başlangıç sayfalarına da sinmiş. Kahramanımız bu kaybolmuşluk hissi içinde yaptığı iş görüşmesinden, hiç beklemediği bir şekilde kabul almış olarak dönüyor evine. İş tanımı da garip, Tabir Sarayı'nın seçim bölümünde işe başlıyor Mark-Alem. Tabir Sarayı, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki diğer şubeleriyle koordineli olarak çalışan bir rüya analiz bakanlığı. İmparatorluğa karşı yöneltilecek tehditler, komplolar, sabotajlar bu birim eliyle engellenmeye çalışılıyor. İmparatorluk sathında 1900 tane şubesi var üstelik.
DEVŞİRME YAZAR TAVRI
İnsanlar gördükleri rüyaları gelip yazdırıyorlar ya da mektup yoluyla saraya iletiyorlar. Bu rüyalar çeşitli seçim işlemlerinin ardından saraydaki tabir bölümüne gönderiliyor. Sarayın en gizemli bölümü de tabircilerin çalıştığı yer. Çünkü saray içindeki bürokratik sistemde bir tür bağımsızlıkları var. Tabir ettikleri rüyaları da özellikle siyasi duruma göre seçip, ayırıyorlar. Mesela rüyalar içinden bazılarında sultana karşı olacak sinsi bir plan ortaya çıkabiliyor. Üstelik imparatorluğun uzak bir köyünde görülen bir rüyanın tabiri sonucu... Dolayısıyla tabir bölümünün siyasi bir anlamı da haiz. Bu işe de Gizli Tabir adını vermişler.
Romanın bir diğer önemi de, Mark-Alem isimli kahramanımızın Köprülü ailesinin üyesi olmasından kaynaklanıyor. Aile üyeleri romanın geçtiği dönemde aristokrat bir sınıfın üyesi aynı zamanda. Dolayısıyla siyaset üzerinde de halen etkinler. İçinde tarihe ve coğrafyaya dair bazı gerçekler bulunmakla birlikte, bunların hepsi romanın absürt havasına zenginlik katsınlar diye kullanılmış. Ve kitapta rüyalarla gerçekleştirilen komplo da epeyi sürükleyici anlatılmış.
Kadare romanlarında alışık olduğumuz tarih ve milli kimlik bunalımları, sosyalist rejimin uygulanması noktasında yaşanan hayal kırıklıkları alegorik bir anlatımla bir araya getirilmiş. Tabii imparatorluğun çözülmesi karşısında tek çarenin metafiziğe kalması da, kitabın yazıldığı dönemde Arnavutluk'taki siyasi ortamı ve o ortamın getirdiği bunalımları da yansıtıyor. Yazarın, Enver Hoca yönetiminin getirdiği baskıcı ortamdan kaçışı metafizik bir çözüm yoluyla, üstelik tarihi bir anlatımla göstermeye çalışması da manidar. Yine de ülkenin Osmanlı geçmişini yazarın siyasi duruşunda bir nefret objesi olarak göstermeye çalışması dengesiz bir görüntü çıkartıyor ortaya. Kadare, Batılı bir yazar olarak kabul edilmek için Elif Shafak denilen diğer devşirme yazar gibi davranıyor.