Geçtiğimiz mart ayıydı... Türk edebiyatının geçmişle bugünü birleştiren, aynı çağda yaşıyor olmaktan bile gurur duyduğumuz ustası Selim İleri ciddi bir beyin rahatsızlığı geçirdi. Rahatsızlandığı anda yanında, evinde dostu yazar Burcu Aktaş vardı... Onu hastaneye yetiştiren, hastalık sürecinde bir an olsun yanından ayrılmayan Aktaş, İleri iyileştikten sonra kendisiyle bir "sohbet" kitabı hazırladı. Buna bir nehir söyleşi kitabı demiyoruz... Bu apaçık, iki dost arasında hastalıktan, yaşamdan, ölümden, bütün bunların ışığında edebiyattan konuştukları sıcacık bir sohbet kitabı... Ya da daha profesyonel tabirle bir anlatı kitabı. Kendinizi yanlarında hissediyorsunuz okurken. Kitabın adı Düşüşten Sonra...
Kitabın başında iki yazar o talihsiz günü, anları konuşarak başlıyorlar. Doğal olarak pek çok detayı rahatsızlığın verdiği etkiyle hatırlamıyor İleri. Aktaş'tan öğreniyor detayları... Sonrası su gibi akan bir sohbet... İleri'nin hastane sürecinde düşündükleri, hissettikleri, yaşadıkları... Sonrasında yaptığı hayat muhasebesi...
Örneğin "Pişmanlıklarınızı çok düşündünüz mü hastanede?" diye soruyor Aktaş. "Düşünmeden pişmanlıklar gelip tokat attılar. Biri bitiyor, diğeri başlıyor. Hâlâ da öyle. Tam uykuya dalarken veya uyanınca, televizyona bakarken... Ama değiştiremiyor insan hiçbir şeyi" diyor İleri...
Ustalığının yanında, mütevazı kişiliği ile bildiğimiz Selim İleri kitap boyunca yaşadıklarının her noktasında en çok kendine yükleniyor. Kendinde arıyor ne arıyorsa... Hataların, gelmiş geçmiş kırgınlıkların müsebbibi olarak kendini gösteriyor. Aslında bize "Ne ararsan kendine ara" diyen bir medeniyetten süzülmüş bir olgunluk, bir insanlık dersi veriyor.
"Akşama az kaldı. Akşam uzun koridorlarda hastalar tek başlarına. Akşamla birlikte yarını bekleyeceğim: Yarın yine gelecekler mi? Hep yarın! Hep yarın olsun! Yarın olsun! Belki yine gelirler..." derken hüznün, yalnızlığın ortasında yeşeren umudu dillendiriyor... "Nedir hayat? Hastalık ve hasarın sonunda gelinen şey" derken" iç yorgunluğunu paylaşıyor okuruyla.
Ve Aktaş tam da yerinde soruyor: "Öncesinde, hastalık olmadan önce 'Nedir hayat?" diye sorduğunuzda cevabınız neydi?"
Şöyle yanıtlıyor usta edebiyatçı: " Hayat konusunda bir fikrim vardı: Belli bir yerden sonra insan kalbi kırmamak... Şimdi o da yok artık. Zaten kırmışım. Niye tüm bunlar? Hıristiyanlıkta olsun, Müslümanlıkta olsun, hayatın bir hayal olduğu fikri... Shakespeare'de sanırım, hayatın bir panayır olduğu... Büyük bir hızla dönüyor, o hırgür içinde, panayır da, sen de savrulup gidiyorsun, diyor."