Başlarda özellikle Ortadoğu'daki Müslüman toplumlar, bilim ve sanatta çok öndeydi, Avrupa'ya barbar gözüyle bakılıyordu. 807 yılında Abbasi Halifesi Harun Reşid'in Fransız Kralı'na gönderdiği saat onları dehşete düşürmüştü. Hayal bile edemiyorlardı. 1200'lü yıllarda Diyarbakır'da yaşayan El Cezeri'nin fizik, robot ve teknoloji konusundaki çalışmaları olağanüstüydü. Ancak 13. yüzyıldan itibaren Avrupa zanaatkarları saatçilikte İtalya'dan başlayarak devrim sayılacak bir atılıma imza attı. Oradan Fransa, Almanya, Hollanda'nın başını çektiği müthiş bir hareketlenme oldu. Saatler önce meydanlara, sonra kiliselere konmaya başladı. Çok büyüktüler ve zaman ayarı yapmak güçlük çıkarıyordu. Ve çok da pahalıya mal oluyordu. Zembereğin icadının ardından da sarkaç keşfedilince devasa saatler artık kişiselleşmeye başladı. Ceplere girer oldu. Neredeyse üç yüzyıl boyunca Avrupa, iç savaşlar, kıtlık, ekonomik krizler, dini kavgalar ve hastalıklarla savruldu. Zanaatkar takımı da göçlerle ülkeden ülkeye taşındı durdu. Saatçilik İngiltere, İsveç ve İsviçre gibi ülkelerde gözde oldu. İsviçre'nin günümüze kadar gelen ünlü saatleri işte bu göçlerle doğdu. Ünlü İtalyan tarihçi Carlo M. Cipolla, Zaman Makineleri/Saat ve Toplum 1300-1700 kitabında (Alfa Kitap), kolumuzdaki, masamızdaki, duvarımızdaki, meydanlardaki saatin icadını, üretimini, ekonomisini, toplumsal kültüre olan etkisini ve dünyaya nasıl yön verdiğini anlatıyor.
HER ŞEY ALTIN VE GÜMÜŞ
Avrupalılar, Uzakdoğu'ya baharat için gitti ancak çok daha büyük bir şeyle karşılaştı: Japon bakırı, Hindistan pamukluları, İran ipeği ve halıları, Çin ipeği, porseleni ve çayı. Birçok mal onlara muazzam bir ticaret ve kâr fırsatı sunmuştu. 15, 16, 17. yüzyıllarda saat, top ve ateşli silahlar, devasa gemiler yapan Avrupa nihayet 18. yüzyılla birlikte Sanayi Devrimi'nin ateşini yaktı. Üretim ve teknolojik üstünlükleriyle böbürleniyorlardı. Ancak baharat ve ticaret için gittikleri Doğu'ya hiçbir şeyleri cazip gelmiyordu. Bolca hammadde ve hazır ürüne sahip Doğu'ya verecek bir şeyleri yoktu. Oysa, toplarla donatılmış yelkenlileriyle okyanuslara hakimlik sağlayıp Müslümanlar'ın elinden ticareti almışlardı. Asya ticaretinin büyük bölümünü yönetiyorlardı. Japon gümüşünü Çin'e, Japon bakırını Çin ve Hindistan'a, Baharat Adaları'nın karanfilini Hindistan ile Çin'e, Hint pamuklu dokumalarını Güneydoğu Asya'ya, İran halılarını Hindistan'a pazarlayarak aracılıktan büyük kazanç elde ettiler. Bu gelir, Asya'dan ithal edilen ürünlerin bir kısmını karşıladı, geri kalan için değerli maden transferi yapıldı. Doğu altın ve gümüş paralarla ilgileniyordu. Ucuz Asya malları, Avrupa'ya zarar vermeye başlamıştı. Rekabeti baltalıyordu, örneğin İngiliz tekstili sıkıntıya girince kota ve yasaklar kondu. 1701 yılında Doğu Hindistan'daki bir İngiliz şirketinin yetkilisi, Londra'daki merkezine, "Ekselanslarına buralara ne göndermeyi önereceğimizi bilmiyoruz, çünkü yerliler altın ve gümüşten başka bir şeye önem vermiyorlar" diye yazıyordu. Ve neredeyse yüzyıllar süren döngü bir gün kırıldı: Mekanik saatlerle tanışan Uzakdoğu, büyüye kapıldı. Güneş, kum saatleri kullanan Çinliler için bu olağanüstü bir şeydi. Hele hele kendi kendine çalan çanlar... Valiler ve üst düzey yetkililere hediyeler verildi, önemli imtiyazlar koparıldı. İmparatorluk sarayına kadar uzanan saatler, ticareti misyonerlik faaliyetinde bulunan Cizvitler eliyle büyüdü. Çünkü Avrupa'da saat üretiminde din adamları önemli rol oynuyordu. İtalyan tarihçinin, bilgi ve belgelerle zenginleştirdiği, bir belgesel izler gibi keyifle okunan kitabında, loncalar, meslekler, ustalar ve bilim insanlarının başarıları da isim isim yer alıyor. "Saatin tarihi ilk hassas ölçüm makinesinin tarihidir" diyen Cipolla, önemli bir saptamayla son noktayı koyuyor: Neolotik çağın cilalı taşından uzay mekiğine kadar her alet, insanın gücünü arttırdı. İtalyan tarihçinin Alfa Yayınları'ndan çıkan diğer kitabı ise mekanik saatin icadıyla at başı giden yenilikleri anlatıyor: Yelkenler ve Toplar. Sunuş yazısına İstanbul'un fethiyle başlayan yazar, Avrupa'nın düştüğü büyük korkunun etkilerini anlatıyor. Panik ve korku yüzyıllarca sürecektir, karada hep yenilmek kaderleri olmuştur. Bunu da Uzak Asya keşifleri, ateşli silahlardaki buluşlarla aşacaklardır. Dövme demirden, bronzdan ve nihayet dökme demirden yapılan topların gelişmesi aynı zamanda uygarlığın ve ticaretin de öyküsüdür.
SANAYİ DEVRİMİ'NİN TAŞLARI DÖŞENİYOR
Her bir dönemde zaaflar ortaya çıkmış ve bir sonraki aşamada yeni bir şey denenmiştir. Top atölyeleri, fırınları ve fabrikaları Avrupa'nın her yanını sarar, ülkeler arasındaki rekabet savaşlarla büyür. Top yapan ustalar önce demircilerdir sonra bu konuda uzmanlaşma başlar ve standartlar belirlenir. Osmanlı da bu dönemde toplara ilgisiz kalmaz, kılıç kullanma, at binme ve göğüs göğse çarpışmada bileklerini kimse bükemez. Ancak, kuşatmalarda çaresiz kalırlar, bu teknolojiyi benimsemekte tereddüt etmezler. Bu toplar İstanbul'un fethinde olduğu gibi büyük işe yarar. Uzakdoğu'da ise topların imtiyazını uzun süre elinde tutan Avrupalılar, teknolojiyi öğretmek istemedikleri için neredeyse tekme tokat buralardan kovulur. Uzlaşma yapılır, Japonlar başta olmak üzere top ustalarını devreye sokarak teknolojiyi öğretirler. Sonraki aşama ise sahra toplarıdır. Taşınması zor, atıştan sonra soğuması beklenen eski toplara göre büyük kolaylık sağlanır. Daha pratik, küçük ve hareket imkanı geniş olan sahra topları, üstünlüğünü hemen gösterir. Avrupalılar, eş zamanlı olarak denizleri hakimiyetine alarak yelkenlilerde de büyük yenilikler yapar. Dümenler, direkler yeniden tasarlanır, rüzgara ve fırtınaya dayanaklı gemiler yapılır. Toplar önce yanlara, arkalara ya da ön tarafa konur, daha sonra bir alt kata orta bölümlere taşınır. Başarısızlıklar, yenilgiler ve zaaflar yeni yolların keşfine yol açar. Deniz savaşlarındaki taktikler değişmeye başlar. Artık Sanayi Devrimi'nin taşları döşenmiştir. Özetle; İtalyan tarihçi Carlo M. Cipolla'nın birbirini tamamlayan iki kitabı, teknolojinin, kültürün, toplumsal gelişmenin, ekonominin, birbiriyle bağlantılarını ve uygarlığımızın temellerini