Eylül ayı sıkı okurlar, yazarlar, yayıncılar için yeni dönemin başlangıcıdır. Benim için de biraz öyle. Dönüp baktığımda nedense hep sonbaharda daha çok kitap okuduğumu fark ederim. Okulların açılması, insanların üzerindeki tatil etkisinin kalkması sanırım buna sebep. Bir de tabii doğa tekamül ederken insan da tekamül ediyor, tabiatla birlikte dönüşüyor. Şairin dediği gibi, eski dostluklar bile bakım istiyor eylülle birlikte. Ağustosu tekrar okumalarına ayırdığım için ben de eylülün gelmesini bir nimet bilip yayımlanan yeni kitaplar üzerinde biraz daha dikkatle dolaştırdım bakışlarımı. Bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine okuduğum Rachel Corbett'in Hayatını Değiştirmelisin adlı kitabı üzerimde derin etkiler bıraktı. Büyük şair Rilke ile heykeltıraş Rodin'in Paris'te karşılaşmasını ve farklı disiplinlerde eser üreten sanatçılar oldukları halde birbirlerini nasıl etkilediklerini anlatan nadirattan bir kitap Hayatını Değiştirmelisin. Yalnızca kitabın adına bakarsanız bir kişisel gelişim kitabına rastladığınızı düşünebilirsiniz. Öte yandan evet kitap da bir gelişim kitabı ama bu gelişimi değişim üzerinden savunan bir eser. İki büyük sanatçının hayatını, birbirleriyle olan kesişimlerini ele alarak anlatırken, sanatçıların geçtikleri merhaleleri de ders alınır bir nitelikle anlatıyor doğrusu. Kitap sadece sanatçılar için değil, ortalama okur için de nice nice incelikler vaat eden önemli bir metin diyebilirim. Muhit Kitap geçtiğimiz aylarda çok önemli kitaplar yayınladı ama biri var ki, benim biraz daha dikkatimi celp etti diyebilirim: Ayrılık Üzüntülerin Annesidir. Daha isminden başlayarak bizi derin bir duygu ve düşünme haline sürükleyen Sibel Eraslan'ın yeni öykü kitabı. Benim için Sibel Eraslan, Balık ve Tango'dur aslında. O kitabın içinde de Eraslan duygular üzerinde çalışır. Fakat ustalığı başka. Ne duygular üzerinden psikolojik bir anlama çabasına girişir, ne de duyguların ideolojik yanlarını araştırır. Büsbütün dünyayı anlama çalışması ve çabasıdır Balık ve Tango. Bir tarafta ayrılık ve gurbet. Öte yanda bir araya gelmesinden duyduğumuz şaşkınlıkla bizi yakın geçmişimize sürükleyen iki kelime; biri balık, içe kapanmanın, muhafaza etmenin remzi; diğeri tango. Bir dans türü olduğu kadar akla hemen cumhuriyet modernleşmesini de getiren bir kelime aslında. Peki ya, Ayrılık Üzüntülerin Annesidir hakkında ne diyebilirim. Belki yalnızca şunu: Sibel Eraslan neyi, nasıl anlatacağını çok iyi biliyor. Ayrılığı, acıyı anlatırken bile işlediği duyguların üzerinde titizlikle çalışıyor. Eviçlerini, kadınların sessizliklerini, acıyı yaşayıp onu anlatmak için uygun kelime bulamayanları anlatıyor biraz da… Yazının başında tekrar okumalar yaptığımdan bahsetmiştim. Ağustos ayı benim açımdan verimli geçti. Kemal Tahir'in Esir Şehir Üçlemesi'ni yeniden okudum bu anlamda. Atladığım, unuttuğum, gözümden kaçan nice ayrıntıyı, olayı, karakteri yeni baştan ele aldım böylece. Ve şunu bir kez daha gördüm; Kemal Tahir tarihi olayları öylesine gerçek verilerle anlatmış ki, yakın tarih için ürettiği karakterler bugün bile halen yaşamaya devam ediyorlar. Tahir'in "yerlilik" vurgusunun nasıl bir öneme haiz olduğunu bu üçleme daha da derinden anlatıyor bize. Bir tarafta işgal altında bir şehir, İstanbul. Esir şehir. Ve bu esaret altında yaşamaya uğraşan insanlar. Kahramanımız Kâmil bey bir paşanın mahdumudur ve bir süre önce ülkesine dönmüştür. Tüm dünyayı dolaşmış, neredeyse kendi ülkesinden bihaber yaşamıştır. Böyleyken, bir anda dünya harbine toslar. Üstelik İstanbul işgal altındadır ve bazı akrabaları da İngilizlerle iş tutmaktadır. Kâmil bey ne yapacaktır şimdi. Halası ve eşi gibi aristokrat bir hayatı mı seçecektir, yoksa arkadaşı İhsan gibi gazete, dergi çıkarıp, o sıralar yeni başlayan Anadolu hareketine destek mi olacaktır. Aynı zamanda ecnebilerin "gelişim, oluşum romanı" dedikleri bildungsroman örneği de olan Esir Şehir Üçlemesi'nde Kâmil beyin karşı karşıya geldiği her yol ayrımı, onun gelişmesine, bilmediği, tanımadığı bazı gerçeklerle yüzleşmesine sebep olur. Kahramanımız da tarihteki bu önemli olaylar karşısında gelişir, olgunlaşır. Kemal Tahir okur olarak bizi de olgunlaştırır, geliştirir. Tabii romanla ilgili bazı "dedikodulara" da değinmek gerekir. Mesela üçlemenin ikinci kitabı olan Esir Şehrin Mahpusu'nda Tahir kendi "mahpushane" geçmişinden mi yararlanmıştır. Ya Kâmil bey? Uzun boylu, nazik, görgülü ve Batı görmüş Kâmil bey, acaba Kemal Tahir'in hapishane arkadaşı ve ilk hocası Nâzım Hikmet midir? Görüşler muhterem. Ama roman daha da muhterem. Bu tekrar okumalarının arasına bir de yeni Rus edebiyatından bir kitabı sokuşturdum. Tatyana Tolstaya'nın Öte Dünyalar'ını. İyi ki de okumuşum diyorum. Çünkü Tolstaya adından da anlaşılacağı üzere Tolstoy ailesinin bir üyesi. Yazar Aleksey Tolstoy'un da torunu yanılmıyorsam. Babası fizikçi olmasına rağmen kendisi yazmayı tercih etmiş. Daha önce dilimize Böcü adıyla çevrilen bir distopyasını da okumuştum yazarın. Her bölümü Kiril alfabesinden bir harfle başlayan Böcü, distopik bir dünyada, haritadan silinmiş Moskova yakınlarında geçen bir komünün öyküsü. Her distopyadan alışık olduğumuz üzere, kıt kaynaklarla var olma mücadelesi veren bir avuç dünyalıyı Rusların gözüyle anlatıyor aslında. Öte Dünyalar ise Tolstaya'nın öykülerini bir araya getiriyor. Ama nasıl incelikli öyküler bunlar… Gerçekten Tolstaya'nın diline de, öykü anlatma gücüne de hayran kaldım. Umarım başka kitapları da Türkçeye çevrilir.