Enis Batur'un sanırım 20 yıldan fazladır okuruyum. Batur, şairliği, denemeciliği, yayıncılığı yanında birçok yan ilgiyi de barındıran bir yazar. Bazen içimden komple-yazar demek geçiyor ona. Hangi alana el atsa, yazdığını okutan biri. Her şeyden önemlisi de üslup sahibi olması. Öte yandan, Türk edebiyatında çok az yazara nasip olan bir yanı daha var; Batur'un deneme kitaplarının, neredeyse fanatik takipçileri oluştu zamanla. Kitaplarından listeler hazırlayanlar, bazı metinlerini fotokopiyle çoğaltanlar, artık yüz ellili haneleri hayli aşan kitaplarını handiyse tane tane toplayanlar... Enis Batur'un, Nermi Uygur'dan Salah Birsel'e, oradan Bilge Karasu'ya uzanan bir yazı akarsuyunun son halkası olduğunu söyleyebilirim. Benim için en dikkat çekici tarafı ise denemeciliği. Türe sadece Türkiye'de değil, dünyada da farklı atılımlar, açılımlar, akışlar kazandırdı Batur. Deneysel çalışmalar yaptı, kitaplarını ansiklopedik maddeler halinde birbirine bağladı. Bir metinini bir diğerinin periferisine, şemsiyesine sığdırdı; ötekisini yarım bıraktığı yerden bir başkasına uladı. Kediler Krallara Bakabilir'le özel okurlar seçti kendisine, Gönderen E.B ile küçük bir kabile üretti. Doğu Batı Divanı yazmak gibi zamane için "beyhude" sayılabilecek bir uğraşa bilek büktü. Dolma kalemle yazmakta inat etti yazılarını. Minör metinlerin kazıdığı boşlukları daha da boşalttı. Yani, deneme türünü yeniden var etti.
KESİT KESİT FOTOĞRAFLAR, HAYALİ SESLER
Batur'un deneme kitabı Cinlerin İstanbulu'nu (Remzi Kitabevi) görür görmez aldım ve hemencecik okudum. Kitabı ilk elime alınca aklımdan şunlar geçmişti; Batur yıllardır İstanbul üzerine yazıyor zaten, e öyleyse, bu kitap da neyin nesiydi? İstanbul üzerine yazdıklarını toplasak Başkalaşımlar'a başka alaşımlar ekleyecek epey kalın yeni bir cilt çıkardı elbet ortaya. Öyleyse neden Cinlerin İstanbulu'nu yazmıştı? Cevap çok çok açıktı oysa. Batur kendi özel ansiklopedisinin İstanbul maddesine küçük bir kesit sunmak istiyordu. Kesit kesit fotoğraflardan, hayali seslerden ve imgelerden oluşan bir toplam. Kitabı bitirdiğimde de şaşırmadım. Kütüphanemde İstanbul için yazılmış kitaplar arasındaki özel yerine kaldırdım. Ve ben de İstanbul için küçük kesitler yazmaya başladım. Cinlerin İstanbulu Günther Grass'ın "patates soyma" metaforunda anlattığı gibi kabuğu soyuldukça içe doğru ilerlenilen bir süreç. Çok dilli bir Babil'e benzetilen İstanbul'un defterdar kayıtlarını bize sunuyor Batur. Zamanları birbiri üstüne bölüyor. Şehri bir kitap gibi okuyup, okuduklarından özel görüntüler ayırıyor bir tarafa. Bizans'ın İstanbul'u, Fatih'in fethettiği İstanbul, Osmanlı'nın İstanbul'u, Nerval'in ve Melville'in İstanbul'u. Sonra Ara Güler'in ve Sait Faik'in... Amaç, hedef, niyet aynı aslında. Bir tür ses ve koku arşivi var Batur'un. Bize o sesleri duyurmak, o kokuları koklatmak için yazıyor bir bakıma. Bina bina okuyor İstanbul'u, bina okumak dünya okumaktır, biliyor: "Bina okumak, bir şehirle yüzleşmenin ne ilk, ne tek yolu yordamı. Her seferinde sormuş, sormadan edememişimdir: Nereden, neresinden başlar 'şehir', nerede, bir yerde biter mi?" İstanbul'un altındaki zamanlar dökülüyor önümüze. Şehir bir tahterevalli hali yaşatıyor insana. Napoli ile Malta'yı, İsfahan'la Paris'i aynı sokaklarda ayrı ayrı buluşturabiliyor İstanbul. Kokoreç ile suşi arasında iki ayrı dünyanın kokusunu duyurabiliyor size. Peki ya kendi sesinden İstanbul'u dinlemek. Bu yaşayan büyük organizmanın dahil olduğumuz yerinden kendi yerimize bakmak. Pergelin hangi ayağında olduğumuzu ölçmek. Batur tüm bunları bir düş dili yumağı ile yuvarlıyor metinleri arasından. Karasu'nun Gece'si ile Benjamin'in Pasajlar'ını birbirine bağlıyor. İstanbul Ağrısı'nın kayıp fotoğraflarının arşivini tutuyor. Uçuk kaçık tekliflerde bulunuyor, şehirdeki toplam pencere sayısını merak ediyor, kimileyin de kadrajını Ara Güler'in sokaklarına tutuyor. Fotoğrafçının gözünden bakmak yerine, fotoğrafı çeken ellerine tutunmak istiyor: "Ara Güler, eline ilk fotoğraf makinesi aldığında, işinin yalnızca bakmakla, görmekle, sonra da göstermekle sınırlı olmadığını anlamış mıydı? Bir o kadar da 'el'i işin içinde olacaktı (...) Belki bundan, o gün bugün başkalarının ellerine dikkat kesildi, onları fotoğraflarında ağırlamak niyetiyle kadrajlarını kurdu, düzenledi." Ara Güler'in "gören" ellerinden Beyoğlu'nun yazılamayan tarihine uzanıyoruz. Galata'ya ve Pera'ya. Şu tespitini sevdim Batur'un: Beyoğlu kendisini eleştirenleri bile yine kendine çeker. Gerçekten öyle değil midir? Tanpınar'ın Narmanlı Yurdu ile Mehmet Akif'in Mısır Apartmanı, Yahya Kemal'in Degüstasyon'u ile Attila İlhan'ın Nisuaz'ı... Hepsi de aynı topografyanın üzerindeler. Bir aşk-nefret ilişkisi içinde ruhlarıyla birlikte bugün de yaşamaktalar. Kitabın günümüzün tabiriyle "bonus"u, sonunda Gilbert Dagnon ile yapılmış bir söyleşi barındırması. Cinlerin İstanbulu diğer E.B. kitapları gibi sevdiğim bir kitap oldu. Sevmediğim yanı ise yalnız Beyoğlu ve çevresine yoğunlaşması. Fatih'i, Üsküdar'ı, Kadıköy'ü ve İstanbul'un diğer köşelerini "unutması." Ama E.B.'yi hoş görüp bu boşluğu Salah Birsel'in Kahveler Kitabı ile Tanpınar'ın Beş Şehir'i ile, Refik Halid Karay'ın İstanbul yazıları ile doldurabiliriz sanırım.
TANPINAR'LA BAŞ BAŞA
Geçenlerde Handan İnci ile Vav TV'de gerçekleştirdiğimiz Tanpınar odaklı programdan sonra, Huzur'u, Sahnenin Dışındakiler'i, Mahur Beste'yi, Hikayeler'i, Yaşadığım Gibi'yi kütüphanemden indirip tekrar okudum. Ve şunu gördüm: Tanpınar bizim modernleşme trajedimizi başından ortasına en iyi anlatan neredeyse "tek" yazar. Ve modernleşme trajedimizle ilgili yaptığı tespitler nasıl da halen diri, nasıl da halen yerli yerinde bozulmadan durabiliyor, şaştım doğrusu. Modern olmak için başka olmakla kendi olmak arasında seçim yapmak zorunda bırakılan Huzur'un huzursuz insanları bugün halen hayattalar. Halen Tanpınar'ın ortaya attığı "trajedi" ile baş başayız.