Çağdaş Norveç edebiyatının önemli ismi Vigdis Hjorth'un Miras adlı romanı, son zamanlarda okuduğum en özgün metinlerden birisi oldu benim için. Bazı kitaplar öyledir, kendi içlerinde bir ağ oluşturur, kulaktan kulağa yayılarak, çok başka türlü bir tanınırlık elde ederler. Miras'ı da bir kitabevi gezimde yalnızca arka kapağını okuyarak ve hakkında duyduklarımdan yola çıkarak aldığımı söyleyebilirim. Kuzey edebiyatına duyduğum ilgi her zaman olduğu gibi bu kitapta da yanıltmadı beni. Adını söylerken zorlandığımız Vigdis Hjorth'u da bu vesileyle tanımış oldum. Dilimize henüz çevrilmeyen 13 kitabı daha olduğunu öğrendiğim yazar, 1959 Oslo doğumlu.
Miras, Hjorth'un Türkçedeki tek metni, fakat bir yazarı tanımak için ne kadar yeterlidir derseniz kesin bir şey diyemem. Yine de metindeki anlatım zenginliği ilgi çekici. Özgün ve aynı zamanda çok içeriden, rahatsız edici ve karanlık bir konuyu işlerken bile duygusuz bir anlatım seçmiş yazar. Aile içi ilişkiler dendiğinde yazarın klişe bir konuyu tercih ettiğini düşünebilirsiniz. Ama kesinlikle öyle değil. Düpedüz bir taciz hikâyesi okuyorsunuz. Yazar taciz kavramını önce "odadaki fil" benzetmesiyle hissettiriyor okuruna. Ailesinin karmaşık hayatının tam ortasında duran bir fil. Yani devasa, çözülemeyen bir problem var aralarında. Sayfalar ilerledikçe biraz daha netleşiyor tabii ki konu. Hjorth bu karanlık hikâyeyi öylesine içten anlatıyor ki, aklıma hemen "gelişmiş toplumlar" diye lafa girenlerin çaresizliği geliyor.
KUZEY EDEBİYATI ÖNE ÇIKIYOR
Önceki yazılarımı takip edenler hatırlayacaktır. Çağdaş Batı romanını biraz da toplumsal hayat izleği üzerinden okuyorum ben. Ve son yıllarda özellikle Kuzey edebiyatının bu konuda öne çıkışını da hayretle izliyorum. Müreffeh bir toplum olmalarına rağmen, temel medeniyet iksirini bulduklarına hepimizi inandırmalarına rağmen, toplumlarındaki problemler hiç değişmiyor, yerli yerinde duruyor öylece. Hjorth, Freud ve Jung üzerinden konuyu ehemmiyetli bir alana çekse de aklımızın bir tarafı toplum tartışmalarında kalıyor.
Miras, aile, mülkiyet meselelerini ise neredeyse politik bir zeminden konuşmak istiyor gibi. Çünkü anlatıcı üzerinden hepsi teker teker sorgulanır hale gelmiş. Batılı yazarlar içinde aile kurumunu bu kadar içten anlatabilen yazar bulmak giderek zorlaşıyor aslında. Yani ilerlemecilik fikrinin, aydınlanmanın ve pozitivizmin ahlaki olarak da gelişmeye yol açacağını; insanların eğitimli toplumlarda çok daha aydın kişiler olabileceğini sanan bazı aklıevvellere ders niyetine okutulabilir Miras.
ÇEVİRMEN BAŞAK'I KUTLARIM
Romana dönelim. Hjorth boşluklu, minimal bir anlatı metodunu tercih etmiş. Ayrıntıları boşaltarak, okuru anlamlar üzerine düşünmeye çağırmış. Babalık ve annelik. Aile, kardeşler... Teker teker düşündüğü, giderek daha da derinleştiği kavramlar bunlar. Kitap, anlatıcının babasının ölümüyle başlıyor: "Babam beş ay önce öldü, zamanlama ya çok iyiydi ya da çok kötü, nereden baktığınıza göre değişir. Böyle aniden gitmeye pek itirazı olmayacağını düşünüyorum, bu yüzden olayı ilk duyduğumda, henüz ayrıntıları öğrenmemişken kendini bilerek atmış olmalı diye geçirdim içimden. Ölümü bir kazadan çok romanlardaki sürpriz sonları andırıyordu." Kendi hayatının derinliklerinde gezinirken, romanın en başından itibaren şahit olduğumuz bir aile mirası tartışması, iki üç yazlık kulübeyi kardeşlerin paylaşamaması önce garibimize gidiyor.
Ortada paylaşılamayan bir miras var ama yara biraz daha derinlere inmiş. İki kardeş aileden ayrılmış, çok uzun yıllardır görüşmüyorlar. Kalan iki kardeş ise ailenin yanında ve mirasın en güçlü adayları. Anlatıcımız Bergljot 50'li yaşlarını süren bir tiyatro eleştirmeni. Çocukları ve torunları var. 20 yıldır kardeşlerinden ve abisinden uzakta kalmayı tercih etmiş. Başta tercih etmiş diye düşünsek de sayfalar ilerledikçe altta yatan travma ortaya çıktıkça, Bergljot'un neredeyse kaçarak ailesinden uzaklaştığını anlıyoruz. Ailesinden ve kardeşlerinden kaçsa da içinde yaşamaya devam eden travmalardan kurtulamamış bir türlü. Anlatının en sevdiğim yeri burası. Şıpınişi bir şekilde klişeye kurban edilebilecek ya da duygusal tarafı ağır basan iç sorgulamalarla psikolojik bir döküme dönüşebilecek travmayı usta bir bakış açısıyla ve çok sade bir dille anlatmayı seçmiş yazar. (Çevirmen Dilek Başak'ı da ayrıca kutlamak lazım.)
Miras paylaşımıyla yeniden yüzleşmek zorunda olduğu geçmişi, Bergljot'un kişisel hayatını da sarsıyor. Sürekli ani kararlar almak zorunda kalıyor. Derin bir yere gömdüğü taciz hikâyesi yüzünden kendisiyle yüzleşebilse de ailesiyle yüzleşemiyor. Kaçtıkça rahatladığını düşünüyor, oysa olmuyor. Çünkü ailesi, babasının beş yaşındayken Bergljot'a uyguladığı tacizi asla kabul etmemiş. Annesi ise küçük kızını dinlemeye bile yanaşmamış. Çünkü o acı gerçekle yüzleşmekten kaçınmış. Kardeşleri, taciz hikâyesini uydurduğunu söylemiş. Abisi, başına buyrukluğu ve mirasın paylaşımındaki haksızlık üzerinden geliştirdiği tepkiyle terk etmiş aileyi. Bergljot ise ilişkisini koparsa da kardeşleriyle mail veya mektup yoluyla az da olsa görüşmüş geçen yıllar boyunca. Yani anlıyoruz ki, ailesinden kaçsa da kendinden kaçamamış. Anlatıcının içine yuvarlanmaktan korktuğu uçurum hiç kapanmamış.
Kitabı okurken ister istemez aklımıza "acaba metin yazarın hayatından izler taşıyor mu?" sorusu geliyor. Sanırım kitabın yazıldığı dönemden olsa gerek, Yugoslavya'nın dağılması ve Sırpların Bosna'daki Müslümanlara uyguladığı soykırım, Filistin meselesi gibi konulara karşı da duyarlı bir yazar var karşımızda. Odadaki fille yüzleşiyor sonunda. Bir şekilde kendini düşmekten korktuğu başka uçurumlara atarak rahatlıyor. Tam da bu tarafıyla, psikolojik ve toplumsal bir hikâye Miras. Okunmayı ve üzerinde çokça konuşulmayı hak ediyor.