1919 yılının başları, dünyada milyonlarca kişinin ölümüne yol açan İspanyol gribi, Osmanlı topraklarına ulaşmış. O dönem, 2. Meşrutiyet sonrasının siyasi ve fikir hayatının etkili kişilerinden Ahmet Ağaoğlu da şiddetli bir gribe yakalanmış. 14 gün boyunca kendini bilmez halde yatıyor yatakta… Ağaoğlu'nun anılarını, 102 yıl sonra bir nisan günü Covid-19 tedavisi gördüğüm hastane odasında okuyorum. Virüs illeti bana da bulaşıp hastaneye kaldırılınca, editörüm Olkan Özyurt'un gönderdiği kitaplar, Covid-19'la mücadelemde güçlü bir silahtı benim için. Kitaplar arasında polisiye, tarih, bilim kurgu, Amin Maalouf'un Empedokles'in Dostları ve Ahmet Ağaoğlu'nun İş Bankası Kültür Yayınları'ndan çıkan Malta Sürgünlüğünden Gözümün Nurlarına Mektuplar kitabı da vardı. Ömer Erden'in özenli çalışmasıyla yayına hazırlanan, Ağaoğlu'nun kitabında tabii böylesi bir tesadüfle karşılacağım hiç aklıma gelmezdi.
AZERBAYCAN'IN BAĞIMSIZLIĞI İÇİN
Ahmet Ağaoğlu, ailesinin eğitimi için üstüne titrediği Azerbaycanlı bir Türk. Paris'te tarih, filoloji ve hukuk okuyor. İttihatçıların önde gelenleriyle tanışıyor, aynı zamanda Türkçü ve İslamcı fikirleriyle tanınan isimlerle de görüşüyor. Hem Batıcı hem de Türk-İslam merkezindeki görüşleri, Fransız gazeteleri ve Tiflis'teki dergi ve gazetelerde yayımlanıyor. İstanbul'daki kısa konaklamadan sonra memleketine dönüyor. Sonrasında, Çarlık rejiminin 1905'te meşruti yönetimi tanımasıyla oluşan özgürlükçü ortam ve zenginlerin desteğiyle, Azerbaycan Türklerinin davasını savunan gazetelerin kurulmasına önayak oluyor ve buralarda başyazarlık yapıyor. Müslümanları tek bir siyasi hareket etrafında toplamak için kurulan Bütün Rusya Müslümanları İttifakı kurucuları arasında etkin bir rol oynuyor. Ancak Çar yönetimi onun bu tür faaliyetlerinden rahatsız olunca, etrafındaki çemberin daraldığını görüyor ve eşi ile dört çocuğunu alıp İstanbul'a gelmek zorunda kalıyor. Gazeteciliğini sürdüren ve devlet yönetiminde görevler üstlenen Ağaoğlu bir dönem mebusluk da yapıyor. Bolşevik İhtilali'nin patlamasıyla Rusya parçalanmaya başlayınca, memleketi Azerbaycan'a yönelik saldırılarda Ruslar'ın yerini Ermeniler alıyor. O da bu duruma kayıtsız kalmıyor, tıpkı imparatorluğu yönetenler gibi. Enver Paşa'nın oluşturduğu Kafkas İslam Ordusu bölgeye yardıma koşunca Ağaoğlu, Ordu Komutanı Nureddin Paşa'nın yanında yer alıyor. Siyasi işleri o yönetiyor. Azerbaycan Cumhuriyeti'nin kurulmasında rol oynuyor ama Osmanlı'nın büyük savaştan yenik çıkmasıyla, ordu Kafkasya bölgesini terk edince Ağaoğlu da tekrar İstanbul'a dönüyor.
İSTANBUL'DA İSPANYOL GRİBİ
İşte Ağaoğlu, İspanyol gribine de o günlerde yakalanıyor. Griple mücadelesinde başarılı oluyor ama bu sefer başka bir dert çıkıyor karşısına. İstanbul'u işgal eden İngilizler, düzmece raporlarla Ağaoğlu'nu tutukluyor. 28 Mayıs 1919 sabahı, Bekirağa Koğuşu'nda yatan ve aralarında Ziya Gökalp gibi ünlü isimlerin de bulunduğu 78 kişi apar topar Malta'ya sürgüne gönderiliyor. Ağaoğlu bazı tutuklularla Limni Adası'na bırakılıyor. Zor ve ağır geçen bu kısa dönemin ardından, nispeten koşulların daha rahat olduğu Malta Adası'na götürülüyor. Ağaoğlu'nun en büyük ıstırabı ailesi. Dört çocuğu ve eşiyle kız kardeşini mütareke İstanbulu'nda bırakmış. Onlardan bir haber almak için mektuplar yazıyor. Karşılık da buluyor bu mektuplar. İşte okuduğum kitabın ana yörüngesini de Cumhuriyet Müzesi Arşivi'nde bulunan 21 Eylül 1919 ile 17 Mart 1921 tarihleri arasında Ağaoğlu'nun ailesine gönderdiği mektuplar oluşturuyor. Kiraların arttığı, İspanyol gribinden sonra koleranın görüldüğü İstanbul'daki ailesi için endişelenen Ağaoğlu, bir yandan da o yoklukta kendisine gönderilen paraların mahcubiyeti içinde. Başlarda arada bir gönderilen 50 liralar giderek 20, daha sonra 10, hatta 5 liraya kadar düşüyor. Çocuklarının tek tek kendisine yazmasını istiyor, el yazılarından kah sevinç kah hüzün çıkarıyor. Bir yandan da memleketin halini dert ediniyor, sürekli yeni haberler duymak istiyor. 30 Nisan 1921'de serbest kalan Malta sürgünü Ahmet Ağaoğlu, daha sonra Anadolu'daki İstiklal Mücadelesi'ne katılıyor. Mebus oluyor… Biz, insanın en saf ve çaresiz haliyle hayatının merkezi ailesine yazdığı mektupları okurken bir döneme de tanıklık ediyoruz. İyi eğitimli, aydın bir gazeteci ve siyasetçinin kalemi asla savrulmuyor. Üslubu ve titizliği her biri özenle seçilmiş cümleleriyle okura yeni kapılar açıyor. Mesela 20 Mayıs 1920 tarihli mektubuna şu satırlarla başlıyor: "Bugün ramazan-ı mübareğin birinci günüdür. Tam bir sene oldu ayrıldığımız!! Tam bir asır! Değil mi? Ve hem de ne tükenmez bir asır! Akşam hilale bakarken sizi selamlıyordum: Hatırıma İstanbul'un o güzel minarelerinden yükselen ilahi sedaları geliyor ve onları işitiyordum ve sizi selamlıyordum." 17 Mart 1921 tarihli son mektubu "Azizim" diye başlayıp "Cümlenizin gözlerinden öperim" diye bitiyor. İspanyol gribinin üstesinden gelen sonra da Malta'ya sürülen Ağaoğlu, Covid-19'la mücadelemde işin aslı bana güç ve kuvvet verdi. Zor durumda bile teslim olmamak… Ne diyeyim bir asır sonra Ahmet Ağaoğlu'na selam olsun…
Hiç ümidini kaybetmedi
Kitapta Samet Ağaoğlu'nun babasının mektuplarını değerlendirmesi de en çok hoşuma giden bölümlerden biriydi: "Babamın Malta mektuplarının çeşitli özellikleri vardı. Her mektup aramızda kime yazılmış olursa olsun, 'Nûr-i didem (gözümün nuru) diye başlıyordu. Sonra hemen her zaman anneme ve Humay halama bir arada, bizlere de çoğu zaman ayrı ayrı yazıyordu. Anneme ve halama gönderdiklerinde hisler, istekler, yapılacak işler hakkında işaretler; bizimkilerde öğütler, geleceğe ait fikirler, gönlümüzü okşayacak sözler yer alıyordu. Sürreya ve Abdurrahman'ın mektuplarında ilk evlat ve birinci erkek çocuk hiyerarşisine göre daha ağır, daha ciddi bir üslup kullanıyor. Tezer'e yazdıklarının edebiyatına dikkat ediyor, bana da sadece bir çocuk olarak bakıyor, bu da beni şiddetle üzüyordu. Malta mektuplarının değişmeyen bir yanı memleket hakkında ümidini hiç kaybetmediğini bize göstermesi teşkil ediyor, milletin, bizim, kendisinin zalimlerin elinde mazlumlar olduğumuzu, kurtuluş gününün yaklaştığını, Anadolu'nun varlığını er geç göstereceğini her mektubunda yazıyor, 'zalim, zulmünü artırsın ki Allah'ın gayretine dokunsun' diye haykırıyordu. Sonra Malta'da yaşadıkları hayattan manzaralar çiziyor, arkadaşlarından haberler veriyor, böylece her mektubuyla bizi birkaç gün için İstanbul'dan alıp yanına götürüyor, bazen de kalkıp yanımıza geliyordu."