Susanna Tamaro, genelde bizim entelektüellerin görmezden geldiği bir yazardır. Tabii bu görmeme olayında Tamaro'nun ününün, kitaplarının görece daha genç okurlar tarafından okunmasının etkisi büyük. Tamaro ülkemizde Yüreğinin Götürdüğü Yere Git kitabıyla tanınıyor daha çok. Tüm dünyada da bu kitabın getirdiği haklı ünle bilindi yazar. Oysa Tamaro'nun övgüyü hak eden, okura başka başka lezzetler sunan kitapları da var. İşte bu kitaplardan biri de son kitabıdır diyebilirim. Adı, Büyük Bir Aşk Hikayesi… Daha adından başlayarak yine entelektüellerin görüş alanından uzaklaşacaktır ama şunu çok net bir şekilde iddia edebilirim ki, Büyük Bir Aşk Hikayesi aslında bir aşktan çok bir tür kavuşamama halinin hikayesidir ve Batılı insanın iki binli yıllardan sonraki kuşak felaketlerini ince bir üslupla anlatır. Eh, diyeceksiniz ki, kavuşamama hali de bir tür aşk değil midir zaten.
BAŞTA TUTKAL TUTMUYOR
Elbette kavuşamama halinde aşka dair bazı sebepler aranabilir. Öte yandan kitaptaki çiftimiz bir araya gelse de kavuşamıyor. Tamaro'nun kitaplarında, kendi özel hayatından da kaynaklandığını düşündüğüm patolojiler hep vardır. Büyük Bir Aşk Hikayesi'nde de bu patolojilerden fazlasıyla mevcut. Biri denizlere tutkun, diğeri daha çok büyük şehirlerin karmaşasından artık uzaklara kaçmak isteyen bir çift. Erkek kaptan. Hayatı olağan akışında ilerlerken kadınla rastlaşıyor. Kadın, üniversitede hippi hareketine tutulmuş, kendi özgürlüğünü arayan bir sorgulama içinde. Kaptan, kadını kendi denizinde yüzmeye çağırıyor anlayacağınız; kadın ise o denize girerse bir daha çıkamayacağının, boğulacağının farkında. Başta tutkal tutmuyor. Kavuşamıyor çiftimiz. Aralarında başlayan çekim sağlıklı bir beraberliğe sürükleneceği yerde, karmaşık ve gizemli bir ayrılığa evriliyor. Birbirlerinden habersiz geçirdikleri günler ve gecelerde aslında yine birbirleri için üretecekleri zamanı planlayıp duruyorlar. Kadın bir kız çocuğu dünyaya getiriyor ve dünyanın bir noktasında yeniden karşılaşıyorlar. Bu sefer hayatları biraz daha yerine oturmuş.
ÖLÜMLERLE SINANMAK
Evleniyorlar ve bir adaya yerleşiyorlar. Küçük kız, kaptana alışıyor zamanla. Hatta ona "amcababa" diyor. Bu arada çiftin bir de erkek çocukları dünyaya geliyor. Tam her şey yerine oturdu, hikaye olağan akışına kavuştu derken, çiftin yeni doğan bebekleri açıklanamaz bir şekilde, çok bilinemeyen bir hastalık yüzünden hayatını kaybediyor. Bu sırada başka ölümler de sınıyor çiftimizi. Anneler babalar birer birer çekiliyor hayatlarından. Kadın yeniden kendini kaybediyor ve bu kaybı onarmak adına kendini bulma arayışına çıkıyor. Döndüğünde kızı biraz daha büyümüş. Kaptanla aralarındaki uyumun bir kavuşamama hali olduğunu anlıyor aslında ve kendini doğadaki işlere veriyor. Kaptan uzak denizlere açılmak isterken kadın yakın toprağın nimetleriyle avunma yolunu tercih ediyor. Arıcılığı öğreniyor çok kısa bir zamanda. Üstelik o konuda uzmanlaşacak kadar da bilgi sahibi oluyor zamanla. Kaptanla kadın aralarındaki kavuşamama halinin terbiyesinde yaşarken kızları da büyüyor ve aşırı bir ergenlik geçiriyor. Zamanla kopuyor onlardan. Bu sefer de kızlarıyla kavuşamama sınavına tabi tutuluyor çiftimiz. Kızlarıyla birlikte hayatın gerçekliği de uzaklaşıyor onlardan. Kadın tıpkı annesi gibi gizli bir beyin kanaması geçiriyor ve çok ani şekilde hayatını kaybediyor. Kaptan, kızın izini sürüyor acısını bastırmak isterken. Berlin'de bulduğu kızı perişan durumda. Ne kadar teskin etse de çare olmuyor. Deniz kenarındaki yuvasına dönüyor. Kız ise tıpkı annesi gibi hep aşırı ve fırtınalı bir hayatın pençesinde. Ve kaptana mesaj çekiyor; batmak üzere olduğunu, bazı büyük yanlışlar yaptığını söylüyor. Babası kıza küçükken oynadıkları bir oyunu hatırlatıyor; "Ben kimdim?", "Boğulacak olanları kurtaran amcababa"… "Amcababan sana da bir cankurtaran hazırladı", "Ama yalnız değilim" diyor kız, tıpkı annesi gibi. Kaptan ikisini de kabul ediyor adasına.
BİR NESLİN DEĞİŞİMİ
Büyük Bir Aşk Hikayesi bir kavuşamama romanı demiştim. Öte yandan ben romanı, Batı'daki neslin değişimi üzerinden de okudum. Tamaro bu alanlara dair sorularımıza herhangi bir cevap üretmek yerine kapıları açık bırakmış sadece. Orta sınıf Batılı insanın ürettiği sorgulanamaz değerler, iki binlerden sonra battı gitti. Soğuk Savaş sonrası Batı kendine yeni bir düşman (İslamofobi) üretirken, ellerinden giden nesillerin analizini yapamadı. Bugün Katolik Batı'nın altından kalkamadığı bir tartışma konusu da budur. Tamaro'nun metni, Batı'daki sarsılma ve savrulmaları anlamak için okunması gereken içeriden bir metindir bana göre. Ki, Batı'daki 'rahatsız ruhlar'la her zaman böylesi yakınlıklar kurmanın faydalı olacağı düşüncesindeyim.