Muhit Kitap yayın hayatına başladığından bu yana çok önemli kitapları peş peşe yayımladı. Bu kitaplar arasında özellikle şiire verdiği önemle göz doldurdu yayınevi. Çünkü son dönemde şiir yayıncılığında yaşanan tıkanma birçok yayınevini şiir kitabı basmaya yanaştırmıyor. Zaten bin, iki bin basan şiir kitapları, roman ve hikâye yayımcılığının arasında ne yazık ki gittikçe kayboluyor. İşte Muhit Kitap gibi birkaç yayınevi var ki, hem şiir okurunun görece daha az olmasına, hem de pandemi gibi olağanüstü koşullara rağmen şiir basmaktan geri durmadı. Bu gözü kara yayıncılığı her şeyden önce bir şair olarak kutlamam gerektiğini söyleyebilirim. Gelelim şiir yayıncılığının bazı zorluklarına... Sanırım dünyada yayıncılık özellikle son 10-15 yılda çok değişti. Dijital çağla birlikte, sanılanın aksine, anlatı türüne çok yoğun bir ilgiyle karşılaştık. Rimbaud'nun "Ben bir başkasıdır" sözünün gerçekleştiği yerdir burası. Bütün kişisel gelişim kitapları "Önce kendin olmalısın" demesine ve bu kitaplar da giderek artan bir ilgiyle çok okunmasına rağmen, kimse kendi olmanın peşine düşmüyor. Kendi olmanın peşine düşmenin bile PR'ını yapıyorlar şimdilerde. Instagram'da hiç kimse mutsuz yüzüyle, üzüntüleriyle, kederleriyle yer almıyor. Bütün fitreler bizi biraz daha güzelleştirmek üzerine kurulu. Hep bir başkası olmak istediğimiz yerde imdadımıza o büyük kurgu yetişiyor. Kurgu önce insan tekinin kalabalıklar arasındaki varoluşuyla başlamıştı oysa. Virginia Wolf'un iç dünyasını keşfe çıkan karakterlerinden Joyce'un bir günde Dublin'in sokaklarında bizi dolaştıran Mr. Bloom'una, Niteliksiz Adam'la Viyana bürokrasisi arasındaki sıkışmışlıktan Kafka'nın bunaltıcı adliye koridorlarına kadar, 20. yüzyıl insanı kendini var etmek için çabaladı.
ŞİİR DİLİN EVİDİR
21. yüzyıl insanı ise kendi kendini var eden bir insandan çok üretilmiş, imal edilmiş, tabirimi hoş görün ama insan eliyle 'yaratılmış' bir varlığı andırır. Birbirinin aynısı bir giyim, güzellik anlayışından inançlara kadar birörnek bir insandır o. Hatta kendi varoluşunu o bir örneklikle tamamlar. Öyle rahata erer ruhu. Sözümona illa şu markayı giymeli, bu model arabaya binmelidir. Başka türlü 'rahat' edemez. Yaşamı bir 'performans' olarak görür. Nerde Kafka'nın Açlık Sanatçısı, nerde şimdiki yapay survivor yarışmacılarının açlığı... Hepsi deneysel, hepsi provadır. Asıl olan, içeride olan, gerçek olan, hakikatle ilgili olan ise hep saklanmış, geriye itilmiş, üzeri örtülmüş, gözlerine mil çekilmiştir. Hakikatin olmadığı yerde, bir şairin dediği gibi doğrunun yarısı da yanlışın tamamıdır. Şiir ise 21. yüzyıl insanının elindeki leke olarak kalmıştır. Onca uğraşmasına, onca cebelleşmesine rağmen dönüştürememiştir onu. Giderek de şiirden korkmuş, şiirin karşısında ricat etmeyi seçmiştir. Çünkü şiirle olan bütün temasınız ya ona karşıdır ya da onun yanındadır. Şiir asla üçüncü bir teklifi kaldırmayan bir türdür. Çünkü asıl teklif eden şiirdir. Şairdir. Şairler sizi sürekli rahatsız etmek üzere konumlanmış insanlardır. Felsefenin bittiği, romanın dönüştüğü ve küreselleştiği, dillerin yerini sadece bir dilin hegemonyasına teslim ettiği yerde, şiir tek direnen olarak sahneye çıkar. Şiir demek dil demektir. Onu çevirdiğinizde önce o dile ihanet edersiniz, sonra çevirdiğiniz dile; çünkü İtalyanların dediği gibi "Çevirmen haindir." Şiir, dilin ta kendisidir. Hatta Heidegger'e gönderme yaparak söyleyebilirim ki, dilin evidir şiir. Dil bütünüyle orada barınır. Dilinizi yok etmek isteyenler önce şairlerinize savaş açarlar. Geçmişte kim şairlerimize topyekûn savaş açmışsa, işte odur dilimizi öldürmek isteyen. Ve bu savaşın hangi cephelerde geçtiğini ancak şairler söyleyebilir. Bana bunları yeniden düşündüren kitap ise Said Yavuz'un geçtiğimiz ay yayımlanan Üşüyen Eller Divanı oldu. Said, 2000 kuşağının bir şairi. Yaşıtlarım arasında daha az yazdığını söyleyebilirim onun. Üşüyen Eller Divanı üçüncü şiir kitabı Said'in. Yüzümün Çocukluğu (2013), Yürüyüş Atlası (2016) kitaplarını da hesaba kattığımda bu kitabın Said'in ustalık eseri olduğu çok açık.
SAİD YAVUZ, SESİ OLAN ŞAİRLERDEN
Türkçede bazı kitaplar vardır ki, içinde Türk insanına dair bazı önemli konu başlıklarıyla birçok şeyi bir arada bulabilirsiniz. Ansiklopedik kitap gibidirler. Çile, Safahat, Gün Doğmadan böylesi kitaplardır. Türk şiirinin köşe taşlarıdır bu kitaplar. Üşüyen Eller Divanı da böylesi tür kitaplardan. Said cins bir şair. Şiiri muhteşem bir kolaylıkla, bir nefes ferahlığıyla söylüyor adeta. Her şiirini tekrar tekrar okuduğumda beni cepheye yollamaya çalışıyor sanki. Kalk ve işe yarar bir şeyler yap diyen Eza Pound gibi Said de, şiiri, okuru için bir yol haritası sahiciliğinde kullanıyor. Üzülmek de var kitapta, nöbet değişimi de. Yorgun dostlarına yazdığı şiirler de var, ahirete doğmuş arkadaşlarına yazdığı şiirler de. Said'in bu kolay şiir üretme yeteneğine hayranım doğrusu. Sesi olan şairlerden çünkü Said. Şiiri yazı olsun diye değil de dilden dile söylensin diye yazıyor: "Rabbim beni bir insan eyle/Senden istediklerinin değiştirdiği/Çiy düşmüş ağaçlara çatılarına evlerin/Bir duadır ettiğim, oh istedim şükür/ Sensin veren bu istemem de senin." Nasıl güzel bir dua, nasıl farklı bir yakarış değil mi... Biraz da şiiriyet var Said'de. Şiiriyet benim gözüme çok batar doğrusu. İyi şairi kötüsünden ayırmanın yoludur, şiiriyeti nasıl kullandığı. Said bu konuda da artık çok ustalaştı. "Yavaş yavaş aydınlanıyor avlu/Müminin yüreğine serpilen su/Allah'ın sabahı içime dolanın/Yavaş yavaş aydınlanıyor ne olduğu." Kitapta özellikle Yavaş Yavaş Aydınlanan şiirinde çok durdum. Bir kitabı benim için vazgeçilmez yapan, bana hatırlattığı şiirlerdir. Üşüyen Eller Divanı'ndan bana kalacak olan birçok şiir var elbette ama özellikle bu şiiri özel bir yere ayırıyorum. İyi şairin bir anlamda ölçüsüdür bu. Geriye kalacak şiirlerden bazıları, Türkçede bir yere tekabül eder. Büyük ve soy şiirlerin boy sıralamasıdır orası. Yavaş Yavaş Aydınlanan o sıralamaya girmeli artık. Said Yavuz uzun şiirler de yazmış kitapta. Bana kalsa Said'in asıl ustalığı kısa şiirde. Çünkü uzun şiirde bir form olarak ritmi tutturmak da, o ritmi şiir boyunca korumak da çok zor. Ve Türkçenin güzel bir marifeti olarak, uzun şiir her zaman epiğe dönüşür. Sesini yükseltmek zorunda kalır şair. Said'in sesi ise kısa şiire ayarlı aslında. Kısa formda yakaladığı sürpriz söyleyişler, imge zenginliği, çağrışımlar. Türkçeye asıl oradan bağlayabiliyor kendini: "Kandil akşamları sanki yüzün/Yanıyor isli bir lambada/Bir anne duasıyla teyellenmiş sabahlar/Gibiydi ellerin avucumda"... Yahut şu: "Seninle bizim o bildiğimiz Allah'ta saklı/Ve ne iyi bazı iyiliklerin sularda dağılması/Bir hastane koridorunda Çocuk ve Allah/Sarar nefeste açan yaraları/Bazı şiirler sessiz okunur, çünkü bulaşıcı."