Amin Maalouf'un yazdıklarını uzun süredir artan bir merakla takip ediyorum. Maalouf'un yazdıklarına verdiğim önemin elbette birkaç sebebi var. Her şeyden önce Maalouf Lübnanlı bir Maruni Hıristiyan. Kökleri Osmanlı İstanbul'una kadar uzanıyor. Yolların Başlangıcı romanından öğrendiğimize göre dedesi İttihatçı mesela. Sadece bunlar da değil. Maalouf yazdığı her romanla yeni bir tartışma çıkartmayı başarıyor bir şekilde. Tarihi romanlarının çok sevilmesinin ardından da daha güncel metinler kaleme almaya başladı son zamanlarda. Ve denemeleriyle de okurun ilgisini çekti kuşkusuz.
2019'da yayınladığı Uygarlıkların Batışı da yine kendi geçmişinden yola çıkarak yazdığı "doğduğum yüzyıla veda" kıvamında okunabilecek bir metindi. Maalouf'a göre medeniyetlerin sonuna geldik. Ortadoğu'daki karışıklık ve karmaşa, bir arada yaşama fikrini de ortadan kaldırdı. Enformasyon arttıkça birbirimize daha da yakınlaşacağımıza uzaklaştık. Dünyayı bir toz bulutu, batışa doğru sürüklüyor... Son romanı Empedokles'in Dostları ise bir önceki kitabı Uygarlıkların Batışı'nın etrafında şekillenmiş "tezli" bir roman. Empedokles'in Dostları'na neden tezli roman dediğimi anlatacağım ileride.
Roman, Atlas Okyanusu'nun kıyısındaki ıssız bir adada başlıyor. Issız adanın iki sakininden biri kahramanımız Alec. Amerika ve İngiltere'deki dergi ve gazetelere çizgiler üreterek geçinen bir çizer kendisi. Olan biteni hep Alec'in ağzından dinliyoruz. Adanın diğer sakini ise Eve adlı gizemli bir yazar. Sakin bir akşamüstü elektrikler kesiliyor ve tüm enformasyon bir anda çöküyor. Alec neler olduğunu öğrenmek üzere Amerika'daki dostunu arıyor telefonlar çalışmaya başlayınca. Çünkü anlıyoruz ki, Kafkaslardaki bir "aşırı" örgüt (muhtemelen ve niyeyse Çeçenleri kastediyor) Amerika'ya atom başlıklı füzeler atmak üzeredir. Öte yandan, dünyayı teröre bulasa da hep kendini temize çıkarmayı başaran Amerika da dünyadaki nükleer başlıkları yok etmekle ilgili açıklamalar yapmaktadır. Ve yine Alec'in Amerika başkanının danışmanı olarak görev yapan arkadaşından öğrendiğimize göre, başkanın ölümcül hastalığı çok ilerlemiş ve terminal döneme girmiştir. İşte bütün bunların olduğu sıra, başkanla bir başka ülke başkanının görüşmesi arasında gizemli birisi ortaya çıkıp, enformasyonu kendilerinin çökerttiğini, dünyadaki nükleer enerjiyi yok etmek niyetinde olduklarını, Amerika'nın da kendileri ile anlaşma yapmasını istiyor. Bu gizemli insan sayfalar ilerledikçe öğrendiğimize göre Empedokles'in Dostları adlı gizemli bir örgütün üyesidir. Kendilerine Empedokles'in Dostları diyen bu insanlar, ölüme de bir çare bulmuş ve antik Yunan'dan bu yana yaşamayı başarmıştır. Üstelik nükleer konusundaki anlaşma üzerine de ölümcül hastalıkları kendi metotlarıyla iyileştirme sözünü vermişlerdir insanlığa.
Buraya kadar anlattıklarımdan anlaşılacağı üzere, roman ölümü yenme fikri üzerine inşa edilmiş. Batmakta olan uygarlığı ve insanlığı ölümün elinden kurtarmak. Başlarda romanın tezli olduğunu söylemiştim, oraya döneyim. Romanda özellikle vurgulanan Empedokles, Sokrates'in öncesinde yaşamış antik dönem doğa düşünürlerinden biri. Su ve ateşle birlikte toprağı temsil ediyor daha çok. Yani evet bir öz kavramı var Empedokles'te. Özün kaynaşması için sevgi ve nefret gerekli diyor. Kitaptaki gizemli grubun kendisine Empedokles'i kılavuz seçmeleri boşuna değil. Teknolojinin ve ilerlemeciliğin getirdiği yaşam biçimini reddediyorlar. Kendilerine özgü bir tıp anlayışları var. Romanın en olmamış kısmı aslında. Çünkü ölümcül hastalıkları bir tür sihirle çözüyorlar. Kerametleri kendinden menkul yani. Bugüne kadar nasıl yaşayabildikleri de meçhul. Yazar o kısımları örterek, bizi asıl tartışmaya çekmek istiyor çünkü. E tamam da ortaya çıkan koca tutarsızlığı ne yapacağız. Bu ileri uygarlık denizden gelip yine denize dönüyor. Denizin altına falan gittiklerini beklemeyin çünkü bir kurgu bilim çıkmıyor sonuçta. Düpedüz nasıl geldilerse öyle gidiyorlar. Hiçbir açıklama yok.
İNSANIN ÖZÜ NASILDIR?
Maalouf'un eski romanlarında da bazı gerçekleri romantize etmesine alışığız. Ama tarihi bir romanda hoş durabilen bu romantize işlemi, bir distopyada yazarın düşüncesindeki çelişkileri ortaya çıkarıyor. İlerlemecilik fikrinin kökenleri Yunan'da başlayıp oradan İtalya'ya, Fransa'ya, oradan da tüm Avrupa'ya yayılan bir fikri seyir. Reformlar, Rönesans'ın doğuşu, coğrafi keşifler, emperyalizm... Bunlar zaten Antik Yunan'dan modern Batı fikrine dönüşen fikrin geldiği son nokta. Maalouf'un Empedokles tercihi olsa olsa duygusal, romantik bir seçim. Oysa anlatmak istediği mesele için seçtiği kaynak yanlış. Mesela İbn Arabi'nin yaban hayat ve nefs bağlantısı için Fütühat'ta söyledikleri, romanın asıl tartışması olan "insanın özü nasıldır" sorusu için güzel bir kapı açabilirdi. Şeyhi Ekber, nefsini ehlileştirdikçe yaban hayvanlarının kendisinden kaçmadığını fark eder. "Çünkü insanın özündeki ehlileşme; bu sayede kozmosun ruhuna katılma; dünyadaki diğer canlıların da size bakışını değiştiriyor" diyor.
Empedokles'in Dostları, Maalouf'un benim için nasıl önemli bir laboratuvar olduğunu bir kez daha gösterdi. Tolstoy'daki kurtuluş fikri gibi değil onunki ama Maalouf'un hikaye etme, belgeleme, kahramanları kendi tarihsel gelişimleri içinde var etme konusundaki görgüsüne ve yeteneğine diyeceğim hiçbir şey yok. Hatta o tarafı övgüyü hak ediyor. Öte yandan, tezli roman yazmaya kalktığında ise düşüncesindeki tutarsızlıkları saklayamıyor. Keşke bir an evvel tarihi romanlarına geri dönse Amin Maalouf.
NE İÇİNDEYİM ZAMANIN...
Turkuvaz Kitap bu aralar çok özel ve nadide kitaplar yayımlamaya devam ediyor. Hele biri var ki günlerdir herkese tavsiye ediyorum. Evet, daha önce Türkçede Harita Üzerinde adlı muhteşem inceleme ve denemeleriyle okuduğumuz Simon Garfield'ın Saatler'i... Zaman kavramını merkezine alan kitapları okumayı hep çok sevmişimdir. Saatler de öyle. Futbolcular, saat tamircileri, takvimi değiştirmeyi düşünen garip anarşistler, besteciler... Özetle, işi zaman olmasa da, zamanı ölçmeye, kontrol etmeye veya ondan kurtulmaya çalışan insanlar. Onların hikâyeleri ve bir dolu tespit. Zaman takıntımızdan nasıl kurtulacağımızın onlarca cevabını vermeye yoğunlaşan bu sıcacık kitabı ise Esquire dergisinin saat editörü Özge Dinç çevirmiş.