Sevgili Ahmet Kekeç Abimizi kaybetmemizden bir iki hafta önce tekrar baskısı yapılmıştı Kanamalı Haydut'un (Turkuvaz Kitap – Ekim 2020). Kitap çıkar çıkmaz, beraber çalıştığımız oğlu Hakan ile imzalaması için yollamıştım Kanamalı Haydut'u. Zira üç ayrı yayınevinden basılan bu güzel kitabın üçüncü baskısını da kitaplığımdaki imzalılar bölümüne koymaya niyet etmiştim. Ardından Ahmet Abi'yi aramış, konuşmuştuk. Hastaydı. Ve kanseri ikinci kez atlatmıştı. Şu pandemi belası kalkınca dostlarıyla buluşacak, hepimize yemek ısmarlayacaktı. Olmadı.
Kanamalı Haydut'un yeni baskısını epey bir süre çantamda gezdirdim. Ahmet Abi'den bir iz, bir hatıra, tarafıma ulaştırılmış bir emanet olarak belki. Epi topu 130 sayfadan oluşan ve içi inceliklerle dolu olan bu kitap, hem benim için hem de kuşağım için çok farklı anlamlar barındırıyordu. Özel bir kitaptı. Hepimizi yakından ilgilendiriyordu çünkü. Yazmaya başlamadan önce, bir cesaret açıp okudum. Mıhlanıp kaldım koltukta. Kıpırdayamadım bir süre. Sonra, dedim içimden, ömrü boyunca hüznü, efkârı sevmeyen; kendi kederiyle bile dalgasını geçen Ahmet Abi'yi ve onun –başta bizim için- özel mi özel olan bu efsane kitabını yazayım. Bu yazı, o yazıdır.
Ahmet Kekeç'le 1999 yılında tanıştım. Hemen bir sene sonra da yüz yüze… Kırklar dergisi yeni yayınlanmaya başlamıştı. Kekeç, o zamanlar Kalanlar adını verdiği günlüklerini Kırklar'da yayımlıyordu. Kırklar 2000'li yılların nabzını tutan ve bugün de ismi bilinen birçok edebiyatçının yetiştiği, edebiyatımızın önemli bir dergisiydi. İbrahim Tenekeci'nin genel yayın yönetmenliğinde yayınlanan dergi, iki dönem halinde 2005 yılına kadar yayın hayatını sürdürdü. Kekeç'in günlükleri ise ilk dönemin mahsulüdür ve 2002 yılında Kalanlar adıyla Birey Yayınları tarafından yayınlanmıştır.
Sonraki baskısında Kanamalı Haydut adını alacak olan kitapta Kekeç, 80'li yılların başından itibaren tuttuğu notları bir araya getirir. Hem geçmişten süzülüp gelen günlük parçaları, hem de yaşadığı zamanın notları enteresan bir zaman akışında buluşurlar. Okur olarak öncelikle Ahmet Kekeç'in hayata ve meselelere bakışına şahit oluruz. Bir tür oyun sahnesi gibi isimler, mahfiller, olaylar, kitap isimleri akıp geçer önümüzden. Kekeç, anı sicil muhafızı olarak yaklaşmaz yaşadığı günlere; aksine, yaşananları kendi uzletine çekerek onları yargılar. Boşlukları daha da boşaltır. Onu etkileyen günlerin, olayların ve isimlerin en saf haline varır. Bir nevi 'ince' görmeye çalışır. Asla tespit yapmaz mesela. Somut bir şiir yazıyor gibidir. O yüzden kitabın hacmi, çoğunluk bir paragrafı geçmeyen notlardan oluşmaktadır ve bazı boşlukların da kendi içinde tutarlı, hassas anlamları vardır. Okur bu boşlukların hemen farkına varır. Ki bütün bir Ahmet Kekeç anlatısı da, boşlukları doldurmak üzerine değil, daha da boşaltmak üzerine kurulu bir anlatıdır. Özellikle şimdilik ilk ve tek öykü kitabı olan Son İyi Şeyler okunduğunda, Kanamalı Haydut'un öykülerinin arka penceresi olduğunun farkına varılabilir.
ZOR ZAMANLARIN ABİSİ
Bu metinler bizi daha dergilerde yayınlanırken etkisi altına almıştı. Çünkü bilgiç ve yarı aydın entelektüelleri tiye alan, kendi hakikatini yaşadığı yerin namusunu gözeterek ele alan bir entelektüeldi Ahmet Kekeç. Ve bütün aradığı şey de sahicilikti. Kekeç'in bütün yazısını bu kelimeyle tanımlarsak, yanlış bir şey söylemiş olmayız. Evet, sahicilik arayışı içindeydi Kekeç. Türk edebiyatının ortasına bir çizgi çekip, oradan Kemal Tahir'i, Oğuz Atay'ı, Orhan Kemal'i hatta Yaşar Kemal'i, Vüsat O. Bener'i mesela, Tomris Uyar'ı ve Bilge Karasu'yu kendi sahicilik arayışına çekerdi. En kallavi polemiğinin ortasına bir edebiyat çadırı kurup okurunu da kendisini de o çadırda rahatlatırdı. Meseleleri edebî kahramanlarla yargılar, siyasi kurguyu bile 'sivillik' ve 'sahicilik' kalemiyle tashih ederdi. Zor zamanların abisiydi Kekeç ve biz onun yaşadığı zorluklarla bile nasıl da eğlendiğini bu günlüklerden okurduk. Sinik bir yazar değildi asla. Sürekli yakınan, kendi benliğini herkese dayatmak isteyenlerden biri değildi. "Yetişkinliğin ne halt olduğunu biliyorum. Bedelleri sakince ödemek ve hiçbir şeye şaşırmamak…" (K. H. Sayfa 121) Hiç aforizma yazmadı Ahmet Kekeç. Altını çizdiği meselleri ve meseleleri oldu. Çevresindeki ve karşısındaki aydınları, münevverleri, entelektüelleri, ne derseniz deyiniz işte, kendi sahicilik arayışına çağırdı. Pakdil'in dediği gibi oldu hep: "Portakal alınca kasa kasa alıyorum/ dayanamayanlar çürüyor bayım!"
"Susuyorum. Suskunluklarımdan nefret ediyor insanlar. Bunun kayıtsızlık, aldırmazlık, hatta genişlik olduğunu düşünüyorlar. Ben bu yargıyı değiştirmek için hiçbir şey yapmıyorum. Ses, bir 'külfet' çoğu zaman. Suskunluğun bazen 'acz'den kaynaklandığını bilmez onlar." (K.H. sayfa 93) Kanamalı Haydut'un, Kekeç'in de çok sevdiği romanlardan biri olan Ses ve Öfke adını başlığa çekerek doldurduğu bir sayfası... Kitap işte böylesi "anlamlı" boşluklardan oluşuyor. Bir bakmışsın bir başına Ahmet Kekeç, mutfaktaki buzları kırıyor. Bir bakmışsın Erenler Kıraathanesi'nde Mustafa Kutlu ile futbol sohbetine dalmış. Küçükçekmece Gölü'nü uzaktan seyredip rahmetli Ramazan Dikmen'i ve onun efsunlu öykülerini düşünüyor Ahmet Kekeç. Tomris Uyar'dan, Borges'ten bir satır okuyup bir kaldırımın bir kaldırım, bir akşamın bir akşam olduğu hakikatine varıyor. Çevresindeki insanlara muzipçe gülümseyip, Napoli'yi havadan gördüğü günü düşlüyor. Ali Şeriati ile Rilke'yi; Sezai Karakoç ile Kafka'yı aynı cümlede geçirmenin tarif edilmez hazzını yaşıyor. Bu kıraathaneden kalkıp Çorlulu Ali Paşa Medresesi'ne veya Âşıklar Kahvesi'ne gidecektir muhakkak. Yanı başında halktan insanlar ve edebiyatçı, gazeteci, yazar dostları da olacaktır. Zaten halktan insanlarla, edebiyatçı, yazar, gazeteci dostlarını buluşturmak için bütün randevularını hep böylesi kıraathanelerde verecektir. Geceyi Eyüp'te veya Balat'ta bir çorbacıda noktalayacak, sabah kalkar kalkmaz yine bir nümayişe, bir yargılamaya yetişecektir. Kış da olsa sırtında nikotin kokan bir ceketle, başka türlüsü mümkün olmadığı için yine hepimizi şaşırtacak, o son iyi şeylerin öyküsünü yazacaktır.
" 'Yoksun…'
'Canım sıkılıyor.'
'Neden?'
'Nedeni yok.'
'Konuşmuyorsun da.'
'Konuşacak bir şey yok.'
'Kızgın mısın bana?'
'Evet.'
'Off…'
'Neden?'
'Hep aynısınız. Birbirinize benzemek zorunda mısınız?'
'Evet,' dedim, 'hep aynıyız.'
(…)
Editör bu hikâyeyi beğenmedi.
Edebiyat ucuzlatıyormuşum.
Düşününce ona hak verdim.
Edebiyatı basit bir şey sandığı için ona kızamazdım." (K.H. sayfa 95)