1967 yılında Stockholm'de doğan Saruhan Doğan, Galatasaray Lisesi ve İstanbul Üniversitesi İktisat Bölümü'nü tamamladıktan sonra London School of Economics'de ekonomi master'ı yaptı. Uzun yıllar yerli, yabancı bankalarda görev yapan Doğan, geçen yıl ilk kitabı Hodbinler'le edebiyat dünyasına merhaba dedi. Yazar yeni kitabı Likit Ruh ile tekrar okurla buluştu. Edebi arayışını Likit Ruh'ta sürdüren yazar Doğan, yer yer okuru zorlayan ama genel olarak kolay akan temiz bir dil kullanıyor. Doğan sorularımızı yanıtladı...
- Yazı diliniz yalın olmakla birlikte tekniğiniz yer yer okuru zorluyor... İlk kitabınız Hodbinler'de daha farklı bir dil kullandınız. Bu kitapta tarzınız farklı... Bu bir dil arayışı mı?
- İlk romanım Hodbinler aşk, arkadaşlık, rekabet ve başka şeyler üzerine bir hicivname gibiydi. Tabii yazarlar ve roman yazma meselesi de bu hicivden nasibini aldı. Hikayenin başlarında bir araştırmacı kitabın gerçeküstü kahramanı büyük üstad Efgan için şunları yazmıştı: "... Efgan'ın 'ben Mihrabad ile hikayeyi, karakteri, zamanı, çatışmayı, girişmiş gelişmeymiş sahneymiş finalmiş bunları elimin tersiyle bir kenara atıp romanın asıl meselesi olan lisanı öne çıkarıp ona hak ettiği payeyi verdim' dediği rivayet edilir ki..." Bu elbette benim lisan meselesine fena halde takık olmamın bir tezahürü. Bizler Türkçe dediğimiz bu olağanüstü mirasa sahip olduğumuz için ne kadar şanslı olduğumuzun farkında mıyız bilemiyorum. Evet, Likit Ruh da lisanda arayışımın devamı. Bu önce kurgusunda ortaya çıkıyor. Anlatıcı hem okuyucuyla hem de hikayesini anlattığı kahramanla konuşuyor, hatta onu yargılıyor. Hikaye ile bağlantılı olmayan pasajlar var, o bölümler sadece lisana ait. Lisan orada kendi başına bir karakter oluyor. Ben her romanın kendine has bir ruhu, bir atmosferi, sözlere tam olarak dökülemeyecek bir hissi olduğuna inanıyorum. Likit Ruh'ta işte bu hissi özellikle lisanla vermek istedim. Raci Bey'in hatıralarında kullandığı eski lisanla Zeynep'in günlüklerindeki yeni, biraz isyan ve kızgınlık dolu lisan çok farklı, ama ikisi aynı evde bir araya geliyorlar ve aslında farklı diller konuştuklarını bilmeden biri birilerini pek seviyorlar.
Kitabın başında zorlandıklarını söyleyen okurlar oldu. Bu eleştiriyi yayınlanmadan önce okuyanlar da dile getirmişlerdi. Ben yazar olarak daha açıklayıcı, daha 'okuması kolay' bir metine meyletmek istemiyorum. Bazı yerlerin anlaşılmadan kalması gerekiyorsa, ya da bazı noktaları her okur başka şekilde yorumlayacaksa bunu kurgunun bir zenginliği olarak görüyorum. Bir arkadaşımla konuşurken ana karakterlerden birisini benim düşündüğümden çok farklı bir yerden okuduğunu gördüm. "Hayır o öyle değil" diye okurun algısına müdahale etmek, ya da en baştan "Herkes ben ne anlamalarını istiyorsam onu anlamalı, bunun için de bol bol açıklama yapmalıyım" demek bana göre değil. Buna karşın okurun metinle ilişkisi konusunda bir noktada çok hassasım, o da ritim. Kimse benim bir romanımı okurken sıkılsın istemem, çok mahcup olurum. Büyük romancımız Attila İlhan "Günümüz romancısı, okurun bir sinema seyircisi olduğunu asla unutmamalıdır" demiş. Ben de hikayenin ritmini olabildiğince yüksek tutmaya çalıştım. Hem anlatıcının konuşma tarzı, hem çok karakterli bir hikayede hızlı geçişler olması bazı okurları zorlamış, dediğim gibi ben bunu bir zenginlik, ya da eğlenceli bir meydan okuma olarak görüyorum.
- Likit Ruh'ta günümüz insanına ilişkin çok keskin, çok ayrıntılı gözlemlemleriniz var. Moda, kozmetik, sokak ağzı, gençler, kadın dünyasına ve bu alanların literatürüne hakimsiniz. Bu birikim nereden geliyor?
- Gözlem herhalde. Özellikle Türk edebiyatı popüler olandan, ticari olandan biraz uzak duruyor. Halbuki lisanımız herhalde en çok da reklamların, şarkı sözlerinin, çocukların sokakta keşfettikleri yeni tabirlerin etkisiyle dönüşüyor. Moda dergiciliği diye bir ülke var mesela. Bu ülkede dışarıdakilerin bilmediği bir lisan konuşuluyor. 'Saçını kullanmak' diye bir tabir var, ya da 'kahveye buluşmak', 'kombinlemek'. İnsanlar mutlu oldukları ülkeye kaçıyorlar, orada kendileri gibi insanlar bulup daha da mutlu oluyorlar ve zaman içinde kendi lisanlarını geliştiriyorlar. Ben özellikle arayıp bu farklı lisanları keşfetmeye çalıştım. Mesela moda lisanı çok ağırlıklı olarak şehirli kadınlara ait, o kadınların okudukları dergilerde kullanılıyor. Yani aslında konuşulan değil yazılan bir lisan. Bir de iş lisanı var. Beyaz yakalı çalışanların yarısından fazlası kadın, ama bu iş lisanı 70'lerden bu yana maço bir erkeklik tarafından yaratılmış, ve hâlâ da yaşıyor. Bu da yazılmayan, sadece konuşulan bir lisan. Belki 10-20 sene sonra ortadan kalkmış olacak, ama bugün hâlâ canlı. Deniz moda lisanından ve temsil ettiği hayattan kaçmaya çalışırken Güngör kendisini en iyi bu iş lisanında ifade edebiliyor. Ben karakterlerimi uzun uzun anlatmaktan kaçınıyorum, onun yerine kullandıkları dilden yararlanmaya çalışıyorum, kendi kendilerini anlatsınlar istiyorum.
- İlk kitabınızı geçen yıl yayımladınız, hızlı bir giriş oldu. Üçüncü kitabınıza ilişkin hazırlığınız var mı? Okuru ne bekliyor?
- Üçüncü kitaba başladım, dördüncü, beşinci ve altıncı da kafamda. "Şöyle bir roman olsaydı da okusaydım" dediğim romanları yazıyorum. Roman çok basit bir fikir ve bir-iki ana karakterle başlıyor, yazdıkça hikaye de, karakterler de ete kemiğe bürünüyor ve roman dediğimiz o bütün neredeyse kendi kendine ortaya çıkıyor. Başlarken 'şöyle başlasın, sonra bu olsun ve sonunda da...' gibi bir plan yapmıyorum.
Üçüncü roman Likit Ruh'un da temel meselelerinden birisi olan 'başkası olmak' üzerine kurulu. Başkası olmak, ya da bir başka tabirle kendisi olmaya tahammül edememek. Hodbinler çok otobiyografikti - ilk romanlar hep öyle olurmuş.- Likit Ruh'ta bu gölgeden biraz olsun kurtulmaya gayret ettim, ama üçüncü romanda yine çok derin otobiyografik izler var. Yalnız burada otobiyografik deyince yaşadığım hayattan değil çocukluğumda, ilk gençliğimde okuduğum ve bende çok derin izler bırakmış romanlardan bahsediyorum. Okuduklarımız yaşadıklarımız kadar, hatta bazen yaşadıklarımızın da ötesinde izler bırakıyor benliğimizde ve ben kendimi dönüp dolaşıp hep aynı hayallerle - ve hayaletlerle - uğraşırken buluyorum. Üçüncü roman Likit Ruh'un çok karakterli yapısının aksine tek bir antikahraman üzerine kurulu. Yine hızlı, okurun bir sonraki sahneyi merak edeceği bir hikaye olması için çalışıyorum. Bol bol yalan var, hem başkalarına, hem de kendi kendine söylenmiş yalanlar. Beni çok heyecanlandıran bir hikaye, inşallah okurlar da severler.
SURİYELİLER BİZİM İÇİN BİR ZENGİNLİK KAYNAĞI
- Likit Ruh'ta Suriyeli karakterler de var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
- Büyük bir trajedi sonucu evlerini barklarını terk etmek zorunda kalan bir halk bugün bizimle birlikte. Onların bu göç sırasında neler çektiklerini, bugün burada hayatta kalmaya çalışırken evlerini, eski hayatlarını ne kadar çok özlüyor olduklarını tahayyül etmek bile çok zor. Türkiye olarak Avrupa'nın dikenli tellerle uzak tutmaya çalıştığı bu insanlara kapılarımızı açmış olmamız da çok önemli. İleride bu yılların tarihi yazılırken bu meselenin üzerinde çok durulacağını düşünüyorum. Suriyeliler artık bu toplumun bir parçası, burada bizimle yaşıyorlar, yolda yürürken yanımızdan geçip gidenlerin, dükkanımızdan alışveriş yapanların arasında onlar da var. İnanıyorum ki önümüzdeki on yıllarda aralarından pek çok bilim, iş insanları, sporcular, sanatçılar çıkacak. Nasıl Almanya'ya göç eden Türkler ve onların çocukları Alman toplumuna çok önemli katkılar yaptılarsa bu insanlar da bizim için büyük bir zenginlik kaynağı. Bugünün İstanbulunda geçen bir romanda Suriyelilerin olmaması çok saçma olurdu. Hele hele Likit Ruh gibi göç, eve dönüş, kimlik, kendisi olmak ya da bir başkası olmak meseleleri üzerine kurulu bir romanda Suriyeli karakterler olmazsa olmazdı.
TOPLUMSAL ÖFKE
- Diliniz zarif ama çok sivri. Karakterlere sert davranmışsınız, öfkeli misiniz?
- Yarattığımız bütün bu teknoloji ve onun getirdiği refah hepimizi daha gergin ve öfkeli yaptı diye düşünüyorum. Aynen gözlemlediğim insanlar gibi karakterlerim de yaşadıkları hayattan mutlu değiller. Hepsi bir çıkış, bir değişiklik, her şeyi düzeltecek bir mucize arıyor. Bu sıkışmışlık hepsini öfkeli insanlar yapmış. Ki belki hepimiz biraz böyleyiz. Bu elbette derin bir bencilliğin tezahürü. Hepsi kendi arzularının peşindeler, hiçbiri diğerini dinlemek istemiyor, ve tabii sonunda hayaller gerçek olmayınca bütün o bencillik öfkeye, ya da daha fenası, hınca dönüşüyor. Ben de böyle miyim diye düşündüm, bu çağda yaşayan herkes, biraz az veya fazla, mutlaka toplumsal öfkeden payını alıyor.