Bu şehir ne yapar eder insanı şaşırtır. Gelir karşına cehaletini yüzüne vurur.
Öyle okumakla, gezmekle, filmlerle baş edilebilecek bir şey değildir. İstanbul canlı bir organizma gibidir.
Sanki birileri "Ya sana şunu anlatmış mıydım?" diye sorar, öteki "Bizans'ın sokaklarında o gün tatlı bir telaş vardı" der, beriki derin bir nefes alır ve anlatmaya başlar: "Sultan Süleyman görkemli ordusuyla buradan sefere gitti."
Şehrin her yanında ta insanoğlunun ilk çağlarına uzanan bir parça varsa bundan daha doğal ne olabilir ki…
İstanbul sizinle her gün böyle konuşur.
Bizans tarihçisi İngiliz Profesör Jonathan Harris'in Alfa Yayınları tarafından basılan Konstantinopolis/ Bizans'ın Başkenti kitabı şehrimize bambaşka bir boyut getiriyor.
Bin yıldan fazla hüküm sürmüş Bizans İmparatorluğu'nun merkezi olan Şehirlerin Kraliçesi'ni, bilgiler, belgeler, tarihçiler ve dönemin seyyahlarının tanıklıklarıyla anlatıyor. Kitap, "12'nci yüzyılda bir gezgin olsaydınız nelere şahit olursunuz?" diye başlıyor… Sonrası ise sanki bir film şeridi gibi akıp gidiyor.
DİLLERE DESTAN ZENGİNLİK
O dönem ne Paris ne Berlin ne de Londra böyle kalabalık değildi. En büyük şehir Konstantinapolis'ti. O dönemde 375 bin kişinin yaşadığı tahmin ediliyor. Şehrin zenginliği ise dillere destandı. Görkemli yapıları, kiliseleri, sarayları, heykelleri, şehrin altyapısı nam salmıştı dünyaya. Boğaziçi ve Haliç'le çevrili coğrafyası ise herkesi büyülüyordu.
1203 yılında gemiyle şehre gelen bir Fransız asker şunları söylüyordu: "Dünyada bu kadar güzel bir yer olabileceği hayal bile edilemez."
Yazar, gezintisine şehre girişin sekiz ana noktasından biri olan muhteşem surlardan Charisios'tan başlıyor. Burası, yüzyıllar sonra Büyük Sultan'ın şehri fethettikten sonra ilk adımını attığı Edirnekapı'dır. Rehber eşliğindeki yürüyüş; sağlı sollu yapıların arasından görkemli Ayasofya'ya kadar uzanıyor.
Ticaret, altın, gümüş, ipekli ve birbirinden değerli giysiler, asiller, yoksullar, zanaatkarlar, gümrük vergileri, denizin büyük nimeti balıkların nasıl tutulduğu, yendiği ve tüketilen diğer besinler, şarabın en pahalısından en ucuzuna giden ayrıntılar... İmparatorluğun başka ülkelerle olan ilişkileri, şehrin azınlıkları; Müslümanlar, Yahudiler, Ruslar, İtalyanlar, imparatorun seçkin birliklerini oluşturan İngilizlerin oturdukları semtler, merkezle ilişkileri tek tek ele alınıyor.
Depremler, yangınlar, iktidar savaşları, sık sık saldırıya uğramaları ve kuşatılmaları da önemli bir yer tutuyor. İdamlar, ayaklanmalar, acımasız işkenceler, eğlenceler de bin yıllık tarihin bir başka yönüydü. Şehrin en önemli ve belki de biricik yanı ise kutsal değerlerdi.
Hıristiyanlığın Roma ve Kudüs'le birlikte üç ayaklı merkezlerinden biri olan şehir, Hz. İsa ve Meryem başta olmak üzere azizlere ait 3600 parçadan bir koleksiyona sahipti. Ve bunca yıldır ayakta kalmalarını da bu efsaneye borçlu olduklarını düşünüyorlardı. Bizi koruyan ilahi bir güç var diyorlardı.
Ve nihayet 1453'te Fatih Sultan Mehmed'in şehri düşürmesiyle İslamiyet'in şehre vurduğu damga.
Prof. Harris kitabın finalini de şölene çeviriyor. Gezginlerini bu kez günümüz İstanbul'unda yolculuğa çıkarıyor.
Yine Edirnekapı'dan başlıyor; camiye çevrilen kiliseleri, artık yok olmuş yerlerdeki yapıları, Kıztaşı'nı, Çemberlitaş'ı, Sultanahmet Meydanı'nı, surları, Galata'yı 12. yüzyılla karşılaştırıyor. Ve nihayet 2004'te Yenikapı'daki metro kazılarında ortaya çıkan Bizans buluntularını da es geçmiyor.
KAYBOLAN MİRAS
Tesadüf aynı zamanda basılan Yitip Giden İstanbul kitabı ise Bizans'ın devamı gibi. Şehir yine bizimle konuşuyor. Tarihçi Önder Kaya kaybolan bir mirasın peşine düşüyor. Geçmiş ve gelecek arasında İstanbul başlığı altında; imarı, açık hava tuvaletlerini, köpekleri, Ramazanları, evliyaları, türbeleri, Boğaziçi'ni, nakliyatta kullanılan eşekleri, azınlıkları, cemaatleri ele alıyor.
Şehrin Silikleşen Mekanları bölümünde ise tek bir konuyu ele alıp etrafını tarihi, hikayesi, efsaneleriyle zenginleştiriyor. Acemoğlu Hamamı, Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı, Kavafyan Evi, Koca Ragıp Paşa Kütüphanesi gibi. O kütüphane ki benim gibi nicelerine bir hazine olmuştur. Az ötesindeki Koca Ragıp Paşa İlkokulu'nda okurken kütüphanenin en havalı üyeleriydik. İki taraflı merdivenlerinden inip bir masal dünyasına girer gibi olurduk. Biz küçüklerin yeri ayrıydı, ahşap merdivenler, gıcırdayan döşemeler hâlâ aklımdadır. 17. yüzyılda yaşamış kitap düşkünü Sadrazam Koca Ragıp Paşa'nın bıraktığı bu muhteşem kültür ocağının restore edilmekte olduğunu da buradan öğrenerek mutlu oldum.
Yazar, Pandelli Restoranı'nı, İnönü Stadı'nı, İnci Pastanesi'ni, Taşlık Kahvehanesi'ni, Rebul Eczanesi'ni, Langa bostanlarını, Sahhaflar Çarşısı'nı ve nicelerini temiz ve duru bir dille ele alıyor.
Muradım odur ki, karantinadan çıkar çıkmaz Edirnekapı'dan yola çıkıp şehrin seslerini takip edeceğim.