Bir yazar düşünün, çocukluğunda kahramanı olmuş ve hayatı boyunca düşünce olarak da, rol model olarak da onun peşinden gittiği birinin romanını yazsın... 10'lu yaşlarından, 65'ine kadar bu kahramanla ilgili biriktirdikleri heybesine dolup taşsın... Onun sayesinde denizciliğe meraklansın, tasavvuf deryasına dalsın ve hayat boyu kimseye müdana etmeden tek tabanca yaşamanın yollarını arasın...
İşte öyle birinin, böyle bir romanı var önümüzde. Kendisine "zamane dervişi" diyen Prof. Dr. Mim Kemal Öke'nin kaleme aldığı; Osmanlı İmparatorluğu'nun üç kıtaya hükmettiği bir dönemde, ticaret yollarında bulunan denizlerin kendisinden sorulduğu büyük denizci Turgut Reis'i anlattığı Biat romanın adı...
Mim Kemal Öke her yönüyle rengarenk bir kişilik. İnsan ve toplum bilimleri profesörü. Tasavvuf denince Türkiye'de akla gelen ilk isimlerden. Oyunculuğu da var... Yakın dönemde çekilen ve hat sanatını konu edinen Dilsiz filminde bir hat ustasını canlandırdı... Çocuk yaşlarda eline geçen ve Türk korsanlarını anlatan bir kitap vasıtasıyla tanışmış Turgut Reis'le. İçine kapanık ve her yönüyle eve hapsolmuş çocuk dünyasında, türlü kapılar açmış Turgut Reis onda... Ve yıllar içinde kendini hayat yolculuğunda Turgut Reis'in bir levendi olarak görmüş hep. Bir de Turgut Reis'in de tasavvuf yolunda olduğunu öğrenmiş ki, daha ne olsun!
İKİ SES HARMAN OLMUŞ
Romanı Turgut Reis'in sesiyle, anlatımıyla okuyoruz. Öke'yle öyle içselleşmiş bir ses ki bu, bazen Mim Kemal Öke'yle hiç duymadığımız ama romandaki usta anlatımla zihnimizde canlanan bir Turgut Reis sesinin karışımı sanki...
Turgut Reis'in en önemli özelliklerinden biri -müthiş bir denizci, bir deniz savaşçısı olmasının yanı sıra- kimseye biat etmemesi. Hatta döneminin padişahı Kanuni'ye bile yeri gelmiş, rest çekmiş. İnandığı doğrular üzerine kurguladığı yaşamında hak ve adaletten milim sapmamış... Ta ki mesele aşka gelinceye kadar...
Turgut Reis'in 22 parelik donanması içinde bizzat kendisinin kullandığı teknenin adı Fatıma... İlginçtir, romanın gerçek mi hayal mi olduğu konusunda bizi bir düş aleminde bıraktığı kadarıyla hayatına yön veren kadının adı da Fatıma. Kendisi bir denizkızı mı, Reis'in eşi mi yoksa ona her zaman güç veren ilahi bir yardımcı mı, o da Biat'ın bizi kendi muhayyilemizde, şiirsel sorularla baş başa bırakın bir muamma... Ama biliyoruz ki Reis, önce Allah'a, sonra Fatıma'ya biat etmiş ömrü hayatında...
Büyük denizcinin son Malta seferinde başlayıp, çocukluğuna götürüyor bizi roman. Hem dönemin denizcilerinin kurallarına, yaşamlarına, sıkı sıkıya bağlı olduğu ilkelerine bir bakış atıyoruz hem de Turgut Reis'in iç dünyasına. Babayla sorun yaşayan bir çocuk... Karşısına çıkan mübarek bir zat tarafından yetiştiriliyor aslında manevi olarak. Denizci olmasında onun da payı büyük.
Bu arada, romanın tüm kurgusunu ve hikayesini verip heyecanınızı kaçırmak değil niyetimiz. O yüzden gayesini anlatmaya çalışmak en doğrusu... Tasavvuf literatüründe deniz, derya, umman gibi tabirlerin sufilikle iç içe olduğu bilinir. Bir sufi, deryadan bir damla olduğunu, deryaya karıştığında derya olduğunu bilir. Hem hiçtir hem sonsuzdur... İnsana verilen emanet birliğin emanetidir. Romanda, her ne kadar Öke özellikle okkalı laflarla açık etmese de, Turgut Reis'in denizle olan irtibatındaki tasavvuf izlerini görmek de mümkün. Denizdeki mekansızlık ve zamansızlık duygusu mesela. Öke bize bunu öyle derinden ve edebiyatın imkanlarıyla, kıvrak kaleminin yardımıyla veriyor ki biz de kendi varoluş ağırlığımızdan sıyrılıp kayboluyoruz, hafifliyoruz. Leb-i derya bir ruh haline giriyoruz. Turgut Reis'in, denizi hem birlik anlayışının anlam dünyasında nasıl sırladığını hem de kendi hayat yolculuğunda bir damla olarak nasıl yol aldığını seziyoruz.
Özetle, dünya denizlerini titreten efsane bir denizcinin kendi iç sesini duymak, başarıdan başarıya, zaferden zafere koşarken kendi en büyük savaşının kendi nefsiyle olduğuna tanık olmak ve bizi bize döndürmek için yazılmış bir roman Biat.
ROMANDAN
Keramet kılıçta mı?
Sahabilerden birine gitmişler, bir sefer öncesi. "Ne olur, bu kez kılıcını bana ödünç versene!"
"Vereyim de, niye?"
"Senin kılıcın bir başka!"
"Al... Sonra verirsin"
Cenk bitmiş, kılıç iade edilmiş. Seferden sonra sormuş kılıcın sahibi.
"Ne o? Fark etti mi?"
"Yok bre! Etmedi..."
"Mesele kılıçta değil, kolda efendi, kolda!"
Haydi ben de buna bir ekleme yapayım. Kolda mı yoksa o eli tutanda mı? O elin üstündeki elde mi?
Biat edilmiş Hudbeybiye'de... El üstüne el konulmuş. En üstteki el kimindi acaba? O elin kime ait olacağını idrak edeceksin ki, o sorumluluğun bilinciyle sallayacaksın palanı. Üstün körü değil. Allah için...