Günümüz romanını artık Batı, Amerika, Uzakdoğu, Asya gibi ayrımlara tabi tutarak konuşamıyoruz. Küresel bir roman dili oluştu ve yazarlar hangi dilde yazarlarsa yazsınlar, bu küresel piyasa tarafından kabul edilmek için ortak temalara sığınmak zorundalar. Amerikalı bir yazarla Hintli bir yazarı, Japon bir romancıyla Alman bir romancıyı birbirinden ayırt etmek bir hayli zor artık. Hatta bazı romancılar, kitaplarının çeviri ağı tarafından kabul edilmesi için kahramanlarına kolay tercüme edilecek isimler bile seçiyorlar. Bizde de birçok örneğini görmek mümkün. Başta hoş bir yazar numarası olarak görünse de, altını kazıdığınızda metnin çok satması ve birçok dile tercüme edilmesi için yapılan numaralardan biri olduğunu anlıyorsunuz bu yönelimin.
Yine de küresel roman dilinin dışında seyreden yazarlar da var. Çok satma takıntısı olmadan 'kendi bildiklerini okuyan' kimi yazarlar, gide ede okur tarafından yoğun bir ilgiyle karşılanıyorlar. Per Petterson onlardan birisi. 1952'de Oslo'da dünyaya gelen Petterson kütüphanecilik eğitimi görmüş.
Uzun süre kitapçılık, çevirmenlik ve edebiyat eleştirmenliği yapmış. İlk eseri 1987'de yayınlansa da bizim için yeni bir yazar olduğunu söyleyebilirim Petterson'un. Kuzey edebiyatının ülkemizde çok sevilmeye başlandığı yıllarda fark ettim ben de Petterson'u. Hakkında doğru düzgün bir bilgim yokken, bir kitabevinin rafında gördüğüm At Çalmaya Gidiyoruz'la ilgimi çekmişti.
"Ne güzel bir kitap adı" deyip daha arka kapağına bile bakmadan almıştım kitabı.
Bazı yazarlar sadece kitap adlarıyla bile aklımızda bir çukur açıp oraya yerleşirler. Çok kişi Don Kişot'u bilir de, yazarının Cervantes olduğunu bilmez. Bilenler arasından da Don Kişot'u baştan sona okuyan okur sayısı çok azdır. Erich Maria Remarque'nin meşhur Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok romanı da öyledir.
Kitabın adı kendinden taşarak deyimleşmiştir artık.
Başka bir anlam alanını doldurur böylece kitap. Ben bu yazarların çok şanslı insanlar olduklarını düşünürüm.
Daha metinleri okunmadan, sadece kitaplarının adıyla bile okur nezdinde tartışılmaz bir yer edinmişlerdir. Petterson da öyle. Lanet Olsun Zaman Nehri'ne, At Çalmaya Gidiyoruz ve Reddediyorum'la birlikte Türkçede önemli bir anlam alanını dolduruyor artık.
İSKANDİNAV EDEBİYATININ YÜKSELİŞİ
Petterson'u başta anlatmaya çalıştığım küresel romancılardan dikkatle ayırmak istiyorum aslında. Çünkü yazar tamamen kişisel deneyimleri üzerinden bir roman dili kurmuş.
Kişisel bir anlatısı var Petterson'un. Farklı karakterleri, değişen mekânları saymazsak hep aynı kişinin öyküsünü anlattığını söyleyebiliriz çok rahat bir biçimde. İskandinav romancıların dönüp dolaşıp kendi hayatlarını anlatmalarını çok önemsiyorum. Knut Hamsun'dan Karl Ove Knausgard'a kuzey batı anlatısının ana damarını oluşturuyor bu kendini anlatma tutkusu. Mesela Erlend Loe gibi kurguya ağırlık veren yazarlarda bile küresel dile karışmamak için özel bir çaba sergilendiğini görebiliyorum.
BENİM DURUMUMDAKİ ERKEKLER
Petterson'a dönelim. Onun kişisel anlatısı derin fay kırıklarıyla dolu. Tolstoy'un "Mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır" sözünün günümüzdeki karşılığı onun romanları. Hep mutsuz aile hikâyeleri yazıyor Petterson. Lanet Olsun Zaman Nehrine romanından öğrendiğimize göre bir feribot kazasında annesi, babası, kardeşi ve kuzenini kaybetmesi bir dönüm noktası olmuş. Hatta her yazdığı romanda bu acıyla savaşan bir adam görürüz. Karakterleri bir 'kayıp'la baş etmeye çalışırlar ve eninde sonunda kendileri de kaybolmanın eşiğine gelirler. Mutsuzdurlar. İşin kötüsü mutsuzluklarının da çok acayip bir şekilde farkındadırlar.
Petterson'un Türkçede son yayımlanan romanı Benim Durumumdaki Erkekler'in anlatıcısı da eşinden boşanmış bir yazar. Kitabın sayfaları arasında, yazarın kendi geçmişine doğru bir yolculuğa çıkıyoruz:
Boşanma nedenleri, yaşadığı dramla başa çıkmak için bulduğu çareler, kızlarıyla arasındaki problemler; çocukluğu ve az önce bahsettiğim feribot kazası. Yine önceki romanlarında rastladığımız fabrika gece işçiliği...
Petterson'un bir tür 'anı roman' yazdığını söyleyebiliriz çok rahat bir şekilde. Her kitabında olduğu gibi Benim Durumumdaki Erkekler'de de daha ilk sayfadan parçalanmış cam kırıklarına rastlıyoruz. Cam kırıkları, teşbihimi hoş görün ama yazarın (ya da yazar/ anlatıcının) parçalanan hayatıdır. Petterson kendi parçalanmış hayatını bir araya getirmek, toplamak ve hatta süpürmek, temizlemek için yazmaktadır. Biz de okur olarak (üçüncü gözlemci diyeceğim ve Girard'ın 'üçgen arzu'suna selam çakacağım burada) yazarın çaresizliklerini izleriz. Negatiflikler üreten anlatısına, döne dolaşa kat ettiği melankoli atlasına rağmen satırlarda rastladığımız küçük küçük mutluluk parıltıları, kuzeyin ışıksız coğrafyası gibidir. Metin ve mekânın bu kadar birbirine benzemesi hoşumuza gider.
Peki nedir bizi Petterson'un metinlerine çeken şey? Hiç lafı dolandırmadan söyleyeyim; kendi mutsuzluğunu bir romancı gibi değil, bir psikiyatristin 'divan'ına yatmış bir hasta gibi anlatmasıdır derim.
Anlatısındaki samimiyet. Her kitabında, diğer kitaplarıyla kurduğu bağ. Okuru kendi acı hikâyesine çekmekteki hüner. Ve hayatı anlatmasındaki dolaysızlık.
Her okur, eminim ki, onun romanlarında kendinden bir şeyler bulacaktır.
Hep mutsuz aile hikâyeleri yazıyor Petterson. Lanet Olsun Zaman Nehrine romanından öğrendiğimize göre bir feribot kazasında annesi, babası, kardeşi ve kuzenini kaybetmesi bir dönüm noktası olmuş. Hatta her yazdığı romanda bu acıyla savaşan bir adam görürüz. Karakterleri bir 'kayıp'la baş etmeye çalışırlar ve eninde sonunda kendileri de kaybolmanın eşiğine gelirler. Mutsuzdurlar.
Hoş geldin Muhit
Dergiler, edebiyatın yaşayan, nefes alan, okuru tekrar tekrar kendine bağlayan haritalarıdır aslında. Okur, dergi haritalarından yola çıkarak yeni yerler keşfeder. Dergisiz bir edebiyat, haritasız bir yolculuk gibidir. İbrahim Tenekeci editörlüğünde yayın hayatına başlayan Muhit, bu tarafıyla hepimizi kendine çarçabuk ısındırdı. Bu zamana kadar birçok dergi projesinin içinde yer aldım. Hepsi bana silinmez hatıralar bıraktı. Muhit'e de uzun bir ömür dilerim.