İnsanların kendi acılarına bile duyarsızlaştığı bir çağdayız. Kaldı ki başkalarının dertleri, tasaları, acıları nerede!
Seyirlik oldu hepsi. Nasıl olmasın ki! Görünme ve görüntü çağı diyor, yüzyılımız üzerine kafa yoran düşünürler, içinden su gibi akıp gittiğimiz günlere...
Bize bir şey olmadığı sürece her şey bir 'üçüncü sayfa' haberi soğukluğuyla bizden uzakta, bizden azade sanki. Bilenler çözmüş tabii bunu. O yüzdendir ki, her gece rahat koltuklarımıza kurulduğumuzda, yeri, zamanı bile belli olmayan kazalar, ölümler ve dahi soygunlar 'haber' olarak giriyor hayatımıza.
Bizse hep seyir halindeyiz... Amatör kameralar her yerde. Sokak sokak, anbean acı peşinde, vukuat kovalıyor. 'Başkaları'na oluyor ne oluyorsa, bizse bir modern zaman musibeti bize değene kadar seyirci olmaktan memnunuz. Keyfimiz yerinde...
Bütün bunları, Türkiye'nin son çeyrek yüzyılına damga vuran usta yazar Hasan Ali Toptaş'ın -tabirin hakkını vererek söyleyelim- merakla beklenen yeni romanı Beni Kör Kuyularda'yı okuduktan sonra düşündük.
Acının, derdin seyirlik ve hatta pazarlanabilir bir malzemeye hatta bir 'mal'a nasıl dönüştüğünü sezdiriyor bize Toptaş; yine karanlık bir şiire buladığı, kurguladığı atmosferin formülü sadece ve sadece kendinde olan üslubuyla.
GERÇEKLE HAYAL İÇ İÇE
Bir gecekondu mahallesinde geçiyor bu kez romanın öyküsü. Yine Toptaş'ın kendi muhayyilesinde kurguladığı, hayalle gerçeğin iç içe geçtiği sisli puslu bir evren burası aslında.
Toptaş'ın masal evreni... Kardeşi kayıp olan Güldiyar evin biricik kızı... Bir gün ayakkabıcı babasına sefertasıyla yemek götürüyor ve döndüğünde başına bir iş geldiğini anlıyor annesi. Ama Güldiyar bir susuyor ki, ölümüne...
Dili lal oluyor... Suskunların sultanı artık o. Belli ki derdi büyük, ruhu inim inim inliyor. İlk önce annesi tanık oluyor. Bir ağlamak ağlıyor ki Güldiyar, gözünden yaş yerine ıslak taş taneleri damlıyor. Güldiyar bildiğin taş ağlıyor yani! Öyle sırlı, öyle büyük, öyle amansız bir acı. Kendi kör kuyusunda bir başına kalıyor Güldiyar. Konuşmuyor kimseyle.
Derdini anlatmıyor.
Gel zaman git zaman, Güldiyar'ın taş ağladığı yayılıyor etrafa. Görmek için ev dolup taşıyor. İlerleyen günlerde ise artık iş iyice çığırından çıkıyor, ailesinden de azade bir takım karanlık adamlar giriyor devreye. Bu olayı paraya çeviriyorlar ışık hızıyla. Güldiyar'ın acısını, derdini satışa çıkarıyorlar. Bir nevi 'ziyaret'e dönüşüyor ev. Herkes Güldiyar'ın taş ağladığını görmek için sıraya giriyor. Hem parayla hem sırayla yani... Ağlamazsa da çözüm hazır. Güldiyar'ın canını acıtmak... İcabında sırtından bıçakla dürterek. Karanlığın, acımasızlığın sınırlarını zorlayarak.
'Katil uşakmış' gammazlığıyla romanın tüm öyküsünü açık edecek değiliz merak etmeyin. Zaten Toptaş, her romanında bizi öyküden çok, nasıl anlattığıyla da cezbeden bir yazar. Bütün bu akan hikaye üzerinden, zamanı, zamansızlığı, ölümün farklı makamlarını da sorguluyor, düşündürüyor... "Bir ayağı zamanın dışındaymış gibi görünen, tuhaf biriydi bu adam..." diyor mesela bir yerde, muhayyilemize sağlam bir çentik atıyor.
"Kayboldu" dediklerimizin nereye gittiğini, hatta gidip gitmediklerini de deşiyor. Sahi, bir de roman boyunca bizi bırakmayan bir klarnet sesi var... Dünya ahvalini, görünenle görünmeyeni, bilinenle bilinmeyeni çalıyor sanki usul usul... O da sırlarından biri romanın.
Ayrıca, bütün bu tuhaflığın içinde, dağlar kadar ağır meseleyle uğraşan, baş etmeye çalışan baba Muzaffer'in de romanı bu.
Ezcümle, Beni Kör Kuyularda, insandaki kadim seyir merakının, bugünün eğlence tapınan ruhuyla birleştiğinde nerelere kadar varabileceğinin ustaca kurgulanmış bir masalı gibi... Herkesin kendi kör kuyusunda nasıl da yalnızlığa mahkum olduğunu da fısıldıyor sanki. Hasan Ali Toptaş'ın kalemiyle ilmek ilmek örülmüş, tuhaf, sisli puslu, her satırını müthiş bir okuma iştiyakıyla yeniden okumak isteyeceğiniz bir masal bu.
Kitaptan
"Güldiyar defalarca bebeğe dönüştü o böyle bakarken, ılık süt kokularının içinden pespembe, minicik elleriyle defalarca annesine doğru uzandı, ayağa kalkıp onun kollarına atılabilmek için yekindi, yekinirken serpilip aniden büyüdü ve büyüyünce de her defasında minderin üstünde uyumaya devam etti. Gece yarısı uyandığında, başına gelenleri anlatsın diye Bahriye onu bir kez daha konuşturmaya çalıştı ama ağzını açmadı Güldiyar, elleriyle yüzünü kapatıp dizlerinin üstüne doğru eğilerek ağladı her zamanki gibi, gözlerinden yine pıtır pıtır taşlar döküldü. Güneş doğuncaya dek Bahriye hiçbir şey düşünemeden, altları kararmış kıpkırmızı gözlerle o taşlara baktı boş boş. Ziyarete gelenler de aniden çoğaldı o günden sonra, daha neler oluyor, bu haber nasıl yayıldı demeye bile kalmadan ev sürekli dolup taşmaya, her taraf kum gibi insan kaynamaya başladı."