Türkiye'de edebiyat eleştirisi problemli bir alandır. Tıpkı Tanzimatçıların literatür kelimesine sağlıklı bir karşılık bulabilmek için 'sağlıksız' bir şekilde 'edep'ten 'edebiyat'ı türetmeleri gibi eleştiri kelimesi de üzerinde düşünmemiz gereken bir kelimedir. Fransızların kritik kelimesine biz eleştiri diyoruz. Tenkit de var ama onu Arapça olduğu için kullanmayanlar çoğunlukta. Kritik, bir anlamda hüküm vermek demek, eleştiri kelimesinin içinde yargılama da var. Sorun da buradan çıkıyor, çünkü bizde eleştirmenle gazeteci arasında ciddi bir yakınlık var. Öte yandan eleştiri diyebileceğimiz ilk metinler de Tanzimat devrinde yazılıyor zaten. Bu konuda Ahmet Hamdi Tanpınar çok haklı, "Tanzimat tenkit fikrinden doğmuştur" diyor. Yine de ciddi anlamda edebiyat eleştirisi için epey beklememiz gerekecektir. Tanzimat devrindeki tartışmalar daha çok lisan ve ölçü üzerine gelişir. Namık Kemal'in meşhur Lisan-ı Osmanî'nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülahazatı Şamildir ve Tahrib-i Harabat yazısı... Tartışma lisan üzerinden başlasa da, aslında temel saik, Osmanlı aydınının gelmekte olan yeni çağ karşısındaki şaşkınlığıdır. Aruzun terk edilip yerine Hece ölçüsünün gelmesi teknik bir tartışmadan çok, eski ile yeni çatışmasının ilk ayağıdır. Modernlikle ilgili tartışmaların şiirden çıkması doğal. İşin bir de roman ayağı var. Ama romanın gelişmesiyle doğru orantılı olarak gelişiyor eleştiri de. Bizde eleştirmen deyince akla hemen Nurullah Ataç gelir. Doğrusu Ataç bugün kimsenin ilgi sahasına girmiyor. 90'ların hemen sonuna kadar kitapları okunurdu oysa. Özellikle eski tartışmaları merak edenler için bir şeyler söyleyebilir Ataç. Oysa bütün ilgisi dildeki Arapça, Farsça kelimelerin varlığına sıkışıp kalmıştır. Ara ara Divan şiirini sevdiğini de söyler üstelik. Garip kuşağı da Ataç'a yetişir gelir. Tam anlamıyla onun istediği biçimsiz, renksiz, neredeyse tatsız tuzsuz o şiiri yazarlar. Cumhuriyet'in Batılılaşma projesinin şiirdeki ayağıdır Garip akımı, eleştiride de Nurullah Ataç temsil eder Batılılaşmayı. Sabahattin Eyüboğlu ve Mavi Anadolucular da başka bahis. 'Seküler' bir gelenek bulabilmek için Yunan trajedilerinden bir gelenek uydururlar kendilerine. Bugün hâlâ Yunus Emre'yi, Hz. Mevlana'yı hümanist karakterlermiş gibi okumak bu uyduruk hareketin Türk entelijansiyasına armağanıdır. Fethi Naci bütün yalnızlığı ve hatta bütün inadıyla roman eleştirisinde tek başınadır. Ben ona 'formülsüz eleştirmen' diyorum. Fethi Naci'nin roman eleştirisi tamamen metni anlamaya yönelik bir eleştiridir. Metottan uzaktır, Berna Moran'ınki gibi aşırı ciddi değildir. Fakat Fethi Naci'nin de Ataç gibi garip alışkanlıkları vardır. Gider gelir, yazarın dil yanlışlarına ve tashihlere takılır kalır. Eleştiri, tarihsel ve sosyolojik olduğu kadar, bir ahlak ilmidir de. Özellikle 90'lı yıllarda artan eleştiri çabaları, tartışmalardan hayırhah sonuçlar çıkmasını da sağladı. Nurdan Gürbilek'ten Orhan Koçak'a metni daha çok 'sosyolojik' yönden okuma uğraşı, 'sol muhayyile'nin girdiği çıkmazı da gösterdi. Defter, Birikim, Cogito gibi dergilerde 'yerli' edebiyat üzerine yazılan yazılarda öne çıkan kavramlar çoğu zaman yerli bir tartışmanın ürünü değildi. Marksist eleştiri ekolünün kavramları üzerinden Türk romanını düşünmeye kalktı sol muhayyile. Eleştiri üzerine bütün bunları düşünmemi sağlayan kitap, bugünlerde elimden düşürmediğim Ahmet Demirhan'ın Göbeğini Kaşıyan Adamın Psikanalizi - Sol Muhayyile Üzerine Yazılar eseridir. Demirhan aslında polemik değeri taşıyan bu yazıları bir araya getirirken, ilginç bir metot geliştirerek, 'hâkim' eleştiri usulünün kodlarını çözüyor. Baba, toplum, mağdur, Türklük, melankoli, mazlumluk, özne... Sol eleştirmenlerin 80'den sonra toplumu anlamaya çalışırken üzerinde durdukları kelimeler. Demirhan, sol eleştirmenlerin Batı fikrinden yola çıkarak geliştirdikleri kavramsal birikimi bütün yönleriyle ele alıyor. Göbeğini Kaşıyan Adamın Psikanalizi bir anlamda eleştirinin eleştirisi. Mesela Orhan Koçak'ın, Yahya Kemal ile Nâzım Hikmet arasındaki ilişkiyi çözümleyen bir yazısına şöyle yaklaşıyor Demirhan: "Koçak, Vala Nureddin'in Yahya Kemal'i 'muhafazakar, hatta gerici (Osmanlıcı)' diye tanımlarken sergilediği 'mağrur'luğu o kadar görmez ki yine Vala Nureddin'in Yahya Kemal ile Nâzım Hikmet'i 'hafıza' açısından kıyaslamasındaki imkânları, kendi mantığı, psikanalitik okuma mantığı açısından kaybetmesine kadar varır. Koçak'ın Kemalizm'e açıktan prim verdiği noktalardan birisidir bu. Yahya Kemal 'hafıza'sı kuvvetli olduğu için 'gerici' olurken, Nâzım Hikmet zayıf bir 'hafıza' sahibi olduğu için 'devrimci' olabilmektedir." Demirhan, sol muhayyilenin 'eleştiri geleneğini' eleştiriyor bu kitabında. Kitaptaki Heidegger'in Türkiye'de Alımlanmasına Bir Giriş Denemesi yazısı da apayrı bir ilgiyi hak ediyor.
DERGİLERDE BU AY
Notos dergisi "Bir Dünya Edebiyatı Var Mı?" üst başlığıyla çıkmış. Dosyayı Burhan Sönmez hazırlamış. İlgiyle okunsa da, sonuca dair yerinde tespitler çıkmıyor ortaya.
Dergâh dergisinin 353. sayısındaki İbrahim Yolalan şiirini ayrı bir sevdim: "az biraz alzheimer olan babasını, hatıralar çağırsın diye/sokak sokak gezdiren çocuğun, pabuçlarını silecektim./evet evet silecektim. Gök kararıyor, biraz dursam."
25 sene önce 'Laiklik' sayısıyla yayın hayatına başlayan Cogito dergisi çeyrek yüzyıla yayılan yayın hayatını 'Laiklikten Sonra' dosyasıyla anarak sürdürüyor. Dergideki İsmail Kara, İştar Gözaydın, Ayhan Aktar'ın "Türk usulü laiklikte din ve sekülerlik nerede duruyor?" mülakatı okunmaya değer.
Mustafa AKAR