'Sevinç Çokum'un yeni kitabı denildiğinde' yüzüme yerleşen tebessümle ellerimi ovuştururken 'unuttuğumuz hatıraları yâd etme vakti' derim; çünkü maziye, Çokum ile birlikte dokunmanın tadı ayrıdır. Hazır geçmiş hep ulaşılamaz ve en değerli gibi gelirken gözüme, Sevinç Çokum'da aradığım hasretle hemhâl olma hissi bana mı özel bilmiyorum. Woody Allen'in en sempatik filmlerinden Paris'te Gece Yarısı vardır hani. Kahramanı Gil sürekli geçmişteki sanatçılara özlem duyar, her gece yarısı bir at arabası ile geçmişe yolculuk yapa yapa 17-18. yüzyıla kadar gider, bir de ne görsün o zamanki sanatçılar da aralarında maziyi tartışıyor ve en çok Rönesans'ı özlüyor... O an bir aydınlanma yaşar Gil, ben de Ahmet Haşim'i, Yakup Kadri'yi sorduğumda işte o aydınlanmayı yaşadım Çokum ile. Şöyle dedi çünkü: Yeni kalemler, yolundan gidilecek olanlar da sanat ve özgür düşünce olduğu müddetçe varolacak ve onların sahipleri de bugün varsa yarın da olacaklardır. Sevinç Hanım ile hem yazarlığı ve eserlerini hem de geçmiş ve geleceği konuştuk.
- Yazın hayatınızın serüveninin, edebiyat fakültesi öğrenciliğine giden yoldan daha önce başladığı düşüncesine kapılıyorum...
- Aslında çocukluk dönemi bana göre ilerinin yazarını ya da sanatçısını hazırlayan, ona birikimler sunan bir renkli zaman parçası... Mutlaka o dönemde büyük tecrübeler edinmeseniz de çevrenizdeki insanlar, irili ufaklı olaylar, örnek insanlar sizi bilerek bilmeyerek yarınlara hazırlıyor. Söz gelimi, bizim kuşağımızı radyo, yazlık ve kışlık sinemalar, gelenek ve göreneklerin bir bakıma gösteri sanatlarının bir parçası gibi hayatımıza işleyişi beslemiştir diyebilirim. Radyonun bir mektep gibi özellikle tiyatroyu, şiiri, edebiyatı sevdirecek ölçüde bu alanlara genişçe yer vermesi çok önemlidir. Tabii biz aile olarak da okumayı benimsemiştik. Ben ilkokuldayken harçlığımdan pay ayırıp her ay bir kitap alırdım. Ayrıca mahalle bakkallarında kim bilir kimlerden kalmış veya kapı dışarı edilmiş, kiralık kitaplar bulunurdu... Kiraladığımız daha çok roman türündeki kitapları annem ve ablalarımla bir araya gelip yüksek sesle sırayla okurduk. İlkokul ikinci sınıfta öğretmenimiz Ramize Hanım bizden yeni yılla ilgili bir yazı yazmamızı istemişti. O zamanlar o karların kolayca kalkmadığı yıllarda büyük ablam yılbaşı hediyesi olarak bana bir mağazadan kırmızı renkte yün eldivenler almıştı. O eldivenleri çok sevmiştim bu duygumu anlattım o yazıda. Hocam çok beğendi, yüksek sesle sınıfa okumamı istedi. Sanırım cesaretim ve güvenim o sıralarda başladı.
UMUT BİR İHTİYAÇTIR
- Eserleriniz, maziye bir saygı duruşu niteliği taşıyor çoğu kez. "Şimdi yeniyetme bir yazar gıcırdayan bir ayakkabıdan söz etse yanlış olur. Çünkü o gıcırdayan ayakkabılar artık yapılmıyor" demiştiniz ve çok haklıydınız. Şimdiki yazarlar neyle besleniyor/beslenmeli?
- Vaktini Bekleyen Tohum,
Güzele Bakan Karınca, Tek
Kalan Fincan deneme türü yazılar
olmakla beraber, bir hikâye
renkliliği ve özenisi taşırlar. Bunların
yanında anlatı adıyla ifade
ettiğim Hevenk-Kayıp İstanbul ve
İskele Gazinosu da yine yaşanmış
geçmişi içerisinde bir kültür
taşıyan hayatı yeşertir. Giden
gitmiştir, sönen sönmüştür ancak
bu yaşanmışlığın belki biraz da
bilinsin noktasından ele alınışıdır
bunlar. Yoksa maziye bütünüyle
güzelleme yapmak değildi
düşüncem. Çünkü elbette değişimleri
yaşarız, bu gerçeği örtemeyiz. Fakat
geride hatırlanması gerekenler vardır,
insani değerler gibi... İyi bir yazar kendisini
kandırmaz; birikimi olmayan,
oradan buradan alıp çırparak isim yapmağa
çalışanların kalıcılığı olamaz.
-
Her dönemin kuşağı yetişemedikleri bir çağa özlem duyuyorlar. Sonra zaman geçiyor ve yaş aldıkça gençlik yıllarını özlemeye başlıyorlar. Bu masum paradoksa gerek var mı?
- Değişimleri reddedemeyiz
ancak, bu doğal
bir olgular zinciri, hatta
fikirlerin değişmesi de...
Düşünceler ve doğru kabul
ettiklerimiz bile yeni
varsayımlara, yeni doğrulara
açıktır. Herkes kendi
güzelini ve kendi yaşadığını
sever; eksiği gediği
olsa da geçmişinin iyi taraflarını
hatırlamak ister,
bunları anlatmak ihtiyacını
duyar. Kaybedilen değerler daima
aranmıştır, komşuluklar, gerçek arkadaşlıklar,
içtenlikler, yardımlaşmalar
unutulmaz. Sevgi, savaşsız bir yaşam
arzusu, umut ihtiyaçtır. En büyük
kayıp insanın umutlarını yitirmesidir.
İnsan umutla yaşar, bir işim olacak
der, bir ev kuracağım, çocuğumu yetiştireceğim,
memleketler görüp gezeceğim,
bir eser yazacağım gibisinden.
"Bugün aradığımı bulamadım fakat
yarın bulabilirim" der. Umutsuzluğun
karanlığı, hiçbir karanlığa benzemez.
Ben sahilden renkli taşları toplamaya
çalışıyorum, "işte bunlar bunlar da
vardı" demek istiyorum.
- Bu, şimdiki genç nesiller için de geçerli olacak sanırım...
- Hava, su, toprak insan giderek
yetersizleşiyor, yarınların kaygıları
sarıyor dünyayı, değişmekte olan
iklim, zehirler, kan dökmeler, başkasının
hakkını çiğnemeler, şiddet,
zulüm... Ama bunlar için mücadele
vermek, çırpınmak, dünlerin güzel
örneklerini hatırlatmak bence doğru
bir yol olur yine...
Sanatta fark edilmek önemli
- Unutulan ve Hatırlanan isimli yazınızdaki bir saptamanız oldukça etkili: "Sanat eseri için ölçü zamandır. Yaşadığı dönem içerisinde değeri bilinmeyeni zaman meydana çıkarmış, kof şöhretleri ise silip geçmiştir." Yeni bir şeyin değer görmesi, her çağda biraz zaman alıyor sanırım...
- Bir tohum yeşermek için vaktini bekler; fakat sanatta fark edilmek önemlidir. Yani sanat eseri veya değerli bir söz kendisini gösterecek, sesini duyuracak bir zemin arar. Eğer içinde bulunduğu ortam duyarsız hale gelmişse ve değerin yerini alelâdelikler, sadece lükse dayalı gösterişli fakat gelip geçici, kof nesneler ve kavramlar sarmışsa, o zaman o güzel eser yıllarca keşfedilmeyi bekleyecektir. Söz gelimi Ahmet Hamdi Tanpınar geniş kitlelerce okunup sevilmeyi arzu ettiği halde (günlüklerinde belirtir) vefatından nice zaman sonra tanındı, fark edildi. O da öğrencilerinin çalışmaları ve çabaları ya da Türkolojide okuyanların, edebiyatseverlerin ilgisiyle... Oğuz Atay'ın eserleri, genç sayılabilecek bir yaşta kaybedildikten sonra okunmaya başlanmış ve bir kısım yazara, romanı bir başka şekilde düşünme kapılarını açmıştır. Demek ki her şeyin veya değerinin bilinmesinin zamanı ve zemini vardır.
- Yeni bir yöntemden söz açılmışken Abukizmden de konuşalım isterim. Önceki eserlerinizden Tren Burdan Geçmiyor'da tanıştık bu yeni felsefeyle. Abukizm, Sevinç Çokum'dan mı doğdu yoksa roman kahramanı Sokak Çocuğu Sonsuz'un gidişatı mı sizde yeni bir ışık yaktı?
- Aslında 99 Depremi sonrası benim edebi hayatımda da bazı yüzleşmelerim oldu. Öncelikle kendimle hesaplaşmaya koyuldum, mizahi yanım olduğu halde bunu eserlerime fazla yansıtmıyordum. Yeterince eleştirel bakmıyordum. Abukizm benim 'bütün doğruların yanında başka doğrular da olabilir' düşüncemden doğdu. Bu benim fark edişimdi. Dünyaya yeniden bakmak gibi... Kuralcı yapılarla bakmak karşısında Abukizm belki adı gibi saçma bulunabilirdi; çünkü abukluk saçmalık demek. Olsun, bu saçmalığın bir gün doğru olabileceğini düşünmek yersiz değil! Evet benden doğdu. Fakat sınıf farkları da bu düşüncemi besledi diyebilirim. Mesela 'bir sokak çocuğu sonradan kendi varlığını kabul ettirebilir mi' sorusunun cevabı belki 'evet' olabilir. Ben de bir yazı dizisi için sokaklarda bu çocukları araştırıp onlarla söyleştiğim yıllarda tanıdığım gençten yola çıktım ve onu sokak Çocuğu Sonsuz takma adıyla Tren Burdan Geçmiyor romanımın kahramanlarından biri olarak seçtim. Bu gence kendi yazdığım şiirleri söylettim, şiirlere onun diliyle şekil verdim. Mesela 'alnım' diyeceğine anlım, maruz kaldım diyeceğine 'mazur kaldım' diyordu. Bunlar şiirlere böyle doğal bir dil kattı. Burada bir yeteneği üst sınıfa çıkarma gayretindeydim. Abukizm sözcüğünü ona söylettim.
- Ahmet Haşim'i, Yakup Kadri'yi, Orhan Veli'yi, Fuzuli'yi, Sezai Karakoç'u da yad ettiğinizi de görüyoruz ara ara. Gelir mi bir daha onlar gibiler?
- Onlar yerlerini alırlar ve yenileri gelir, gelmişlerdir... Ayrıca roman, öykü, şiire ve daha başka türlere çağdaş ya da yeni romana epeyce değer katmışlardır. Yaşanmışlık ve içtenlik... Bunlar önemli. Kendi yıllanmış emeğimi de bunlara katıyorum, iyi öyküler, romanlar, deneme ve anlatılar yazdığımı biliyorum. Yeni kalemler, yolundan gidilecek olanlar da sanat ve özgür düşünce olduğu müddetçe var olacak ve onların sahipleri de bugün varsa yarın da olacaklardır