Füreya Koral sadece dünyaca bilinen büyük bir seramik sanatçısı değil, Türkiye'nin de ilk çağdaş kadın sanatçısı... Köklü bir Osmanlı ailesinin ferdi olarak çini konusunda bir ustaydı... Bu geleneksel birikimini modern seramik sanatıyla birleştirdi... Somuttan soyuta, gerçekten gerçeküstüne uzanan bir çizgide çağdaş sanat tarihine adını yazdırdı. Yerelden evrensele uzanan bir hattı takip etti... Seramik panolar, üç boyutlu yapıtların dışında günlük hayatın içinden, vazo, tabak gibi objeler üzerinde de gösterdi başarısını, maharetli elleriyle. Duvar dekorasyonları, şömine üstü çalışmalar da uzmanlık alanıydı. 1960'larda İstanbul ve Ankara'da pek çok büyük otele, tarihi banka binalarına panolar hazırladı. Yurt dışında 30'dan fazla sergi açtı. Eserleri Paris'teki Salon d'Octobre, Meksiko'daki Modern Sanat Müzesi, Prag'da Naprstkova Museum, Washington'da Smitshonian Institute ve Türkiye'nin çeşitli yerlerindeki galerilerde sergilendi. 'Sıradan'ın gerçeküstü olana, gerçeküstü olanın 'sıradan'a bağlanan şifrelerini çözme kudretiyle, ancak büyük dehalara bahşedilen bir idrakle imza attı tüm çalışmalarına. Aynanın arkasına baktı bir anlamda. Kendi ve etrafında tecelli eden hayatın yansımasının arkasına, özüne dikti gözünü. Yakalandığı verem hastalığı sonrasında, ablasının kendisine oyalansın diye gönderdiği çamurlarla seramik yapmış ve bu şekilde büyük bir sanatçı olma yolunda ilk adımı atmıştı. İlerleyen dönemlerde "Ya ben ya seramik" restiyle karşısına çıkan eşine, "Seramik" cevabını verdiği de bilinir. Yani sanat, nefes almak gibi, su içmek gibiydi onun için. Elleriyle konuştu hep... Büyük sanatçı, Paris'te yaşadığı yıllardan yakın dostu, sanat tarihçisi Jacques Lesaigne tarafından yazılan Geceler adlı anlatıyı resimlendirmiş. Fransızca olarak kaleme alınan kitap Geceler adıyla, Ferit Edgü'nün küratörlüğüyle Türkçeye kazandırıldı. Orijinal Fransızca notlar ve Koral'ın desen ve çizimleriyle renklenen kitap, hayalle gerçeğin birbirine karıştığı, sırrını itinayla 'soyut'a sarmalayan bir renk ve imge cümbüşü... Çizim ve anlatının iç içe geçtiği uzunca bir öykü de diyebiliriz... 1950'lerin başında yazılmış... Yani Koral 40'lı yaşların başındayken. Yazarın Kai adını verdiği bir erkek kahramanın diliyle anlatılıyor öykü. İçinden, aşkın da, ölümün de, hayata dair türlü çıkarımların, özlerin geçtiği bir anlatımla... Koral, kendi sanatının da katkısıyla, soyutla somutun, rüya ile gerçeğin iç içe geçtiği bu metne, cümleleri incitmeden ve önüne geçmeden müthiş desenler çizmiş. Resimlemiş. Yazar da her ne kadar imge dozu yüksek bir metin kaleme almış olsa da bir itirafla başlamış metne: "Hiç hayal gücüm yoktur ve anlattığım hayat benden başkasının değil. Karmakarışık anlar ve anılar gözümün önünde birlikte canlanacak. Hangi deli ilk kendini kendinden kopardı? Kim gerçekliği imgeye, zamanı şimdiye, insanı soluk görünüşüne indirgedi? Çocukluğumun ilk yıllarını anımsadığımda, hüzünlü bir toprak görür gibi olurum; rüzgârın uçuşturduğu üstündeki otları yolunmuş toprak, yerkürenin tepesi gibi hafifçe kamburlaşmış toprak. Küçük bir varlık soğuk fırtınada umutsuzca tırnaklarını katılaşmış toprağa geçiriyor. Gerçekten yalnız olduğumu işte o an hissetmiştim. Kimse beni karşılamaya gelmemişti. Ruhumda dibine kadar gittiğim boşluk, içinden yeni çıktığım hiçliğin tıpa tıp aynısıydı. Ta ki yerimde utangaçça dikilen şu genç adamın gölgesinin hiçliğimden ayrıldığı güne kadar..."
YARALI BİR GENÇ ADAM
İşte o genç adam, Kai... Yaralı, görünen, görünmeyen her yanıyla hüznün çocuğu Kai. Anlıyoruz ki, bitmeye yazgılı bir aşkın yasında hep: "Güçlü bir çığlık yankılandığında Kai kendine gelmek üzereydi. Pencerelerin hepsi aynı anda aydınlanmıştı ve canlı kızıl parıltılarını ağaçlara yansıtıyorlardı. Orada burada yüzler beliriyordu ve bir cam kırıldı ve evi dolduran büyük bir fısıltı kocaman bir top gibi yere çakılarak patladı. Düşmanlarını fark ettiğinde Aşk, boğazında yankılarla ve umutsuzlukla ürkek upuzun acı bir çığlık attı. Ellerini üstündeki boşluğa doğru havaya kaldırmıştı. Ama hiçbir cevap alamadı. Kai ona bazen musallat olan ve onu bir süre havada asılı tutan beklenmedik bir güçsüzlükle dona kalmıştı." Yazar sıradanı, herkesin yaşadığı, yaşayabileceği bir hüznü, kırık dökük bir aşkı öyle ustaca anlatıyor ki, yer yer anlatımlarına baktığınızda, tıpkı Füreya'nın çamura hayat veren ellerindeki aklı onun yazısında görüyoruz. Öyle ki, aşkın derin kuyularında kaybolan Kai'nin değil, aşkın bizzat kendisinin düştüğü durumu anlatıyor yazar. Tıpkı Koral'ın günlük eşyalar üzerine sanat mührünü vurması gibi: "Aşk, öyle bir haldeydi ki Kai hani şu oluşumunu henüz tamamlamamış varlıkların yüzü olur ya, o tür bir yüze sahipti, yeni yontulmuş kütleden ibaret kabataslak yüz, üstünde henüz sadece burnun belli belirsiz ortaya çıktığı ve iki gözün delik açıp yüzeye çıktığı yüz. Sefilliğim ve içinde gizlendiğimi sandığım yanıltıcı sığınaklarım için beni sorguya çekmeye ihtiyacı yoktu. Öpücükler, anne kollarının sahte sıcaklığı, benim için bir hiç olduğunuzu ta o zaman kendime itiraf etmiştim. Ah benim seçtiğim kardeşim, benden daha parlak yansımam, geceyle gündüz arasındaki an gibisin."
BAŞROLDE AŞK VAR
Aşk bu anlatıda başlı başına bir kahraman. Hayatı anlamak için, hiçlikten gelip hiçliğe giden insanın derinine inmek için. Hem kaçılan hem özlenen; hem korkulan hem özenilen aşkı kahraman olarak merkeze koyuyor. Koral yer yer karanlık çizimlerle eşlik ediyor bu her yönüyle ilginç metne. Hüznü, deliliği, aşkın halden hale geçiren merhalelerini çiziyor: "Deniyor ki ışıltına gözler dayanamazmış. Ama biz senin yakıcı sıcaklığını seviyoruz. Mezar taşının üstüne bir melek gibi konmuş ışık, biz seni bekliyorduk, özgür olduğunu, bize istediğin zaman ve istediğin için gelmekte özgür olduğunu bildiğimiz sürece, aramızdan en sefil olanlar için bile yaşamlarımızın görünmez yansımayla, bu parıltı umuduyla dolması için yeterliydi. Aşkın ayağa kalkacak dermanı kalmamıştı ve kurumuş dudaklarından sadece ağıt dökülüyordu. Yazık ki birbirleriyle övündükleri sürece erkeklerin kalpleri kör ve sağırdı." Özetle, Geceler'i okurken, eski televizyon tabiriyle alıcılarınızın ayarıyla oynamayın! Kendinizi müthiş bir dehanın, sırlı, imgelerle dolu, ama özünde kendi içini, kendi varoluşunu deşmeyi ustaca yapan bir sanatçının çizimlerine, iç dünyasında yansıyan desenlerine bırakın. Dostu Jacques Lesaigne'in metninden, nasıl 'Füreyaca' bir görsel dünya kurduğuna, her çizgisiyle insan denen dipsiz kuyunun, tarifi müşkül iç dünyamızı dünya lisana nasıl çevirdiğine, desenleri ve resimleriyle nasıl da karanlık ve estetik bir şiir yarattığına tanık olun...
Kitaptan
Soğuk hareketsizlik
"Kai çekingen ve ağır yürüyüşüyle korkuyu geceye salarak kör gibi karanlıkta yürüyordu. Bitki yığınlarını ya da şişko bir böceği ezdiğinde ondan kopup giden yaşamı hissediyordu. Bir bahçe duvarına dayanarak durakladı. Önünde içinde yitmeyi dilediği bir dünya uzanıyordu. Bakışı frenk üzümü ağaçlarının yola dönüştürdüğü patikalara dalıyordu. Olgun bitkilerin iç çekişleri arasında yer sebze ve meyveyle doluydu. Çatı gibi meyve ağaçlarının orasında burasında ay ışığında çatı penceresi gibi parlayan pembeleşmiş beyaz yapraklar vardı. Kai bahçeyle arasında duran kapıya dayanmış duruyordu. Küflü tahtada gecenin içinde pırıltı yayan ve parlayan bir leke bırakan dolgun salyangozlara eliyle dokunabilirdi. Salyangozlar sularla ve hiç kesilmeyen göçlerle cilalanan çakıllara, kara toprağa dokundukları anda yeniden canlanan ölü yaşlı taşlara benziyordu. Kai uzunca bir süre böyle kaldı ve parmakları salyangozlardan birine dokunduğu her defada onların soğuk hareketsizliği içine doldu."