"Neden İstanbul?" diye soranları, "Arkadaş, başka şey bilmiyorum da ondan" şeklinde yanıtlayan bir İstanbul yazarı Mario Levi. Kökleriyle birlikte 500 yıllık tarihin bir parçası çünkü bu şehirde. Ve "Beni ben yapan İstanbul" derken, inandırıcılığını daha da katmerliyor şu sözleri: İstanbul benim çocukluk şehrim, gençlik dünyam, İstanbul suyunu içtiğim yer... Kendisine Yunus Nadi Roman Ödülü'nü kazandıran İstanbul Bir Masaldı üzerine konuşurken, İstanbul'un kendisi için bir masal olmadığını, ama romandaki o insanların İstanbul'u zaman zaman bir masal olarak gördüklerini ve bir masal İstanbul'unu değil, gerçek bir İstanbul'u anlatmak istediğini söylemişti. "En otobiyografik kitabım" dediği İçimdeki İstanbul Fotoğrafları'yla da bu isteğini gerçekleştirmişti bence Mario Levi ve şimdilerde yayımlanan son kitabı Bir Cuma Rüzgârı Kadıköy ile de bunu perçinledi.
Yazar bu eserinde bizi, İstanbulluların 'gerçek' hikâyesiyle tanıştırıyor; ayrıca, semtte çektiği fotoğrafları da taşıyor sayfalarına... Kadıköy, bu uzun yolculuğun ilk durağı sadece. 'Gördüklerimiz Göremediklerimiz' serisiyle, okurlarını daha pek çok semtliyle tanıştıracak Levi...
"Kadıköy'deyim" diyor Mario Levi henüz hikâyelerine başlamamışken daha. Soruyor: Halitağa'daki Mısırlıoğlu Bahçesi'ne o oymalı kapıdan girerek İncesaz Köşkü'ne fasıl geceleri için giden Hafız Burhan'ın çok mu uzağındayız? Vecihi Hürkuş'un ahşap gövdeli uçağıyla Fikirtepe ile Kalamış arasında uçarak yaptığı gösterilerin? Kuzguncuk Dağhamamı'ndaki yangının ardından Yeldeğirmeni'nde yeni bir hayat kuran Yahudilerin bıraktığı hatıraların? İnançla ölüm arasındaki çizginin ne anlama gelebileceğini bize hep hatırlatan Ayrılık Çeşmesi'nin?..
Düşünüyorum da, hiç değiliz aslında. Koca imparatorluklara başşehir olmuş kadim İstanbul... Levi'nin bu sözleriyle şehrin akıl almaz trafiği, kültürünü yok sayan nahoş insanları, gecesinden ayrı gündüzünden ayrı dem vurulan keşmekeşi, üstünü usulca örtüyor ve bizi bambaşka bir yolculuğa çıkarıyor.
BENİMKİ BİR CUMARTESİ AKŞAMIYDI
Çocukluğumdan beri Kadıköy'ü çok sevmişimdir. Ailemin bir kısmının orada oluşu, Haydarpaşa Garı'ndan yaptığım yolculuklar, okul hayatımın bir bölümü, Yeldeğirmeni'nden Rıhtım'a inişlerim, Rıhtım'dan Bahariye'ye çıkışlarım... Yaklaşık dört yıl önce Kadıköy'e dair kendime eklediğim bir hikâyem daha var, her fırsatta anarım kendisini...
Beşiktaş-Kadıköy vapurunda kulağıma Nedim'in kasidesinden fısıldamıştı tanımadığım biri: Gevher-i yekpâre iki bahr arasında... Harika Nine'ydi. Zorlu bir doğumdan sonra dünyaya geldiği için ismini Harika koymuşlar. Umarım gemilere hayret ettiğinden, hiç inmeyip aynı seferleri defaatle yapmaya devam edecek kadar canlıdır hâlâ içindeki yaşama sevinci. Benimkisi Mario Levi'ninki gibi bir Cuma Rüzgârı değildi ama, benimkisi temmuz ayında bir cumartesi akşamıydı. Levi kitabındaki Bir Vazgeçiş Hikâyesi'nde, Nihat'ı ve hayal kırıklıklarını anlatırken "Onu şimdi birçok sabah, işe gider gibi giyinmiş haliyle, Kadıköy- Beşiktaş vapurunda elinde ünlü kahve markalarından birinin bardağıyla görebilirsiniz" diyor.
Keşke ben de Harika Nine için böyle söyleyebilsem. Onunla Nihat arasındaki en büyük fark ihtiyarlık meselesi çünkü pek tabii...
Levi'nin hikâyelerinde, genç bir bahriyeli subayken ve hayatını bunun üzerine inşa ederken İtalyan bir kadına âşık olup onunla evlenmesiyle birlikte ordudan atılan Şefik'e çok üzüldüm. "Yaşamak istedim yaşadım, fena mı?" sorusu, bir o yana, bir bu yana beşik gibi sallanan hayatının yüksek sesiydi adeta. Mübadele yıllarında "Bu devir bize göre değil, tarihin yanlış bir zamanına denk gelmişiz" diyen Maria'dan ayrılmak zorunda kaldığında, bir gün tekrar kavuşabilmek arzusuyla hiç evlenmeyen Kelebek Taci'ye ne demeli? "Moda Çay Bahçesi'nde bir sabah vakti hararetli hararetli konuşan birkaç yaşlı adam görürseniz Taci'nin de aralarında bulunduğunu düşünün" diyor Mario Levi bize. Tıpkı, yapayalnız bir hayat süren ve evde durmak ona ölüm gibi geldiğinden sürekli Bahariye Caddesi'nde yürüyüş yapan Nimet gibi... Onu da hiç çıkarmadığı güneş gözlüklerinden, ve adımlarındaki ıssızlıktan tanırız belki bir gün...
HANGİ HİKÂYE GERÇEKTEN BİTER Kİ?
Canan'ın, Didem'in, Reha'nın, Nadia'nın ve dahasının olduğu bir roman Bir Cuma Rüzgârı Kadıköy. Her hikâye bitiminde Levi'nin kendi kendisiyle konuşmalarını ve anlatılanları bize aktardıktan sonraki hislerini, sorgulayışlarını da görüyoruz. Bize başlangıç yaptıran bitimler... "Bir ara bu hikâyeyi bitirmek istemediğini sandım" dediğinde iç seslerinden biri, diğeri şöyle cevap veriyor mesela: Hangi hikâye gerçekten biter ki?
Kitabın sonunda "Şimdi toplanma vakti" diyor Mario Levi ve 'bir gün'e sığan hikâyeleriyle, zamanın, bize öğretildiği gibi akmadığını doğruluyor ve şöyle bitiriyor: Yakında yeni bir yolculuğa çıkacağım. Gittiğim yerden size yine sesleneceğim, bilin.