Klasikleri her okuduğunuz zaman farklı bir yönünü keşfedersiniz denir. Bu tür tespitler genel kabul görür.
Ama bu tespitlerin ne kadar doğru olduğunu insan kendi hayatıyla sınayınca daha iyi anlıyor. Stefan Zweig'ın Satranç kitabını ilk olarak orta okulda okuduğum zaman sadece hikayesine odaklanmıştım. Ne Nazi'leri, ne Hitler faşizmini biliyor, ne 2. Dünya Savaşı'nın Avrupa ve insanlık üzerinde yarattığı dehşeti kavrayabiliyordum. Bir gemi yolculuğu sırasında dünya şampiyonu ile ona haddini bildiren amatör bir satranç ustasının kapışması olarak algılayabilmiştim. Yüzeysel bir okuma yaptığımı yıllar sonraki okumamda anladım.
İkinci okumamda artık başka türlü bir eserdi Satranç benim için. İlk okumamda anlayamadığım psikolojik işkencenin ne olduğunu öğrenmiştim.
Dr. B. benim için toplumsal ve siyasal olaylar sonucu baskı gören insanların edebiyat dünyasındaki temsilcisiydi artık. Bu baskıların yarattığı travmayı insanın ömrü boyunca atlatmasının çok zor olduğunu da Zweig sayesinde kavrayabilmiştim.
Ne zaman bir işkence mağduruyla ilgili bir şey okusam aklıma hep Dr. B. gelirdi. Bir tarafı yaralı insanlar ve o yara hiç iyileşmiyor işte...
Satranç ile üçüncü kez yollarımız Devrim E. Alkış'ın çevirisiyle Turkuvaz Kitap'tan çıkması nedeniyle kesişti. Masamda duran kitaba şöyle göz ucuyla bakıp üçüncü kez okusam mı acaba diye düşünmemle kendimi kitabı okurken bulmam arasında dakikalar var. Malum bir solukta okunan kitaplardandır Satranç.
Hikayesini, olay örgüsünü bildiğiniz bir kitabı okurken tekrar heyecan duymak mümkün mü? Mümkün ama okurla ilgili bir durum değil sanırım.
Bunun yazarın yani Stefan Zweig'ın becerisi olduğunu artık biliyorum...
Peki bu sefer neyi keşfettim? Öncelikle, dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic'in öyküsü olarak başlayan ve onun üzerine kurulan hikayenin sonra birden Dr. B.'ye dönmesi ve bunun çok ustaca yapılması oldukça şaşırtıcıydı. Anlatı geleneğinde pek yeri yoktur bu yöntemin. Kimle başlarsanız onunla devam edersiniz. Ama Zweig bu konudaki ezberi bozuyor. Mirko Czentovic'in bir papazın yardımıyla büyümesini, basit matematik problemlerini çözemeyen birisiyken satranç ustası olmasının hikayesini anlattıktan sonra birden Dr. B.'nin hikayesine odaklanıyor. Onun satranç ile zorunlu tanışmasını, Nazi'lerin ona uyguladığı sistematik psikolojik işkenceyi, o işkenceden 'delirerek' kurtulmasını ve ruhundaki, kafasının içindeki yaraların bir türlü iyileşemediğini açık açık anlatıyor. Sonra da Satranç'ın asıl kahramanının Dr. B. olduğunu anlamamızı sağlıyor.
Tabii Zweig'ın yalın üslubuyla ana karakter değiştirme işini ne kadar ustalıkla yaptığını üçüncü okumamda daha iyi anlayabiliyorum.
Bu ana karakter değiştirme yönteminin böylesi bir ustalıkla pek yapılmadığını bilmek de Zweig'a duyduğum saygıyı daha da artırıyor.
Satranç'ın ilginç bir öyküsü var Türkiye'de.
Yazarın intihar etmeden önce yazdığı son eser olan kitap 1942'de ilk olarak Buenos Aires'te yayımlanıyor. Sıcağı sıcağına 1944 yılında da Adana'da Türksözü gazetesinde tefrika ediliyor.
O zamandan beridir de bu kitap farklı yayınevleri tarafından farklı zamanlarda yayımlandı. 'İkonik klasiklerden' biri olarak muamele görmedi belki ama her daim okundu. Okundukça da keşfedildi belli ki... Nedir büyüsü bu kitabın derseniz?
Üçüncü kez okuyan birisi olarak belki de her okuduğunuzda anlamının genişlemesi denilebilir.
Her okuduğunuzda sanki Zweig ile bir satranç maçına çıkıyor ve her seferinde ustanın yeni bir hamlesini görüyorsunuz.
SATRANÇ
Stefan Zweig
Çevirmen: Devrim A. Alkış,
Uzun öykü Turkuvaz Kitap, 62 s., 7 TL