Korku edebiyatını müdafaa etmek meselesi bir parça sinirimi bozsa da, galiba bunu hep yapıyorum. Sinirime dokunmasının esas sebebi, geçmişte ve günümüzde bu türde yazılmış olağanüstü güzel kitapları hatırlamam ve "Korku edebiyatının neden benim savunmama ihtiyacı olsun ki?" diye düşünmem. İkinci sebepse, korkunun birçokları tarafından nedense hâlâ bildiğimiz edebiyatın sınırları içine dahil edilmemesi. Oysa Shakespeare'in Hamlet oyunundaki hayaleti ya da Hermann Melville'in Bartleby romanındaki o karanlık atmosferi hatırlamak bile yetebilir bu türün, büyük yazarlar tarafından ne kadar ciddiye alındığını göstermeye. Yine de sayıları giderek artan popüler ama kötü islerin de etkisiyle korku edebiyatı, varlığını yeraltında sürdürmeye devam ediyor. Bu yazının amacı yeniden basılan birkaç klasikten bahsetmek. Yerli klasiklerden bahsetmek de isterdim ama bu türe dahil edilebilecek pek fazla örnek gelmiyor aklıma. Belki de en iyisi bunu daha sonraki bir yazıda tartışmak.
Bram Stoker'ın karanlık yüzü: Dracula ?
İrlandalı yazar Bram Stoker'ın 1897 yılında yayımladığı Dracula, gerilim ve korku edebiyatının başyapıtlarından biri, üstelik etkisi günümüzde katlanarak artan bir romandan söz ediyoruz. Hikayeyi biliyorsunuz, yine de hatırlatmakta yarar var... Genç İngiliz avukat Jonathan Harker, Kont Dracula'nın Londra'da satın aldığı malikaneyle ilgili hukuki işlemleri tamamlamak üzere Transilvanya'ya doğru yola çıkar. Ancak daha şatoya varmadan korkunç bazı olaylara şahit olur; tımarhanede tutulan ruh hastaları 'efendilerinin' gelmek üzere olduğundan söz etmekte, kimsesiz genç kadınların alınlarında anlamı bilinmeyen işaretler belirmekte ve içinde ne yolcu ne mürettebat olan başıboş gemiler sahillere vurmaktadır. Harker sonunda Dracula'nın büyük sırrını öğrenir. Kan içerek beslenen kötücül kont, ölümsüzlüğün sırrını bulmanın -ya da öyle sanmanın- coşkusu içinde lanetini dünyaya yaymaya hazırlanmaktadır. Karşısında da amansız düşmanı, onu yok etmeye kararlı bilim adamı Profesör Van Helsing vardır. Helsing ile Dracula arasındaki kovalamaca Transilvanya'dan Londra'ya oradan da açık denizlere uzanırken, okur olarak bizler de amansız bir güç çatışmasının doğrudan tanığı oluruz. Bram Stoker'ın defalarca sinemaya ve televizyona uyarlanan, tiyatro oyunu ve müzikale dönüşen, sayısız şarkıya ve daha önemlisi başka edebiyat eserlerine ilham veren Draculası kült sıfatını hak eden çok önemli bir roman. Fakat yazılış hikayesi de bir o kadar ilginç. Söylenen o ki, Bram Stoker ağır bir yemeğin sonunda bütün gece ona musallat olan bir karabasandan sonra yazmış başyapıtını. Çünkü öyle dehşetengiz rüyalar görmüş ki o gece, sabah kalktığında bu rüyaları etkisiz kılacak tek şeyin onları kağıda dökmek olduğu düşüncesine kapılmış ve dosdoğru yazı masanın başına geçmiş. Hikayesini oluştururken, bir zamanlar Transilvanya'da yaşamış olan ünlü Romen beyi Kazıklı Voyvoda'dan da ilham almış ve esas karakterine Kont Vlad Tepeş'in lakaplarından biri olan Dracula adını vermiş. Sonra ne olmuş dersiniz? Bir gecelik karabasandan kurtulmak adına tam yedi sene boğuşmuş elindeki metinle. Kendi adıma, romanını oluştururken Stoker'ın en çok da kendi ruhundaki karşıtlıklardan ilham aldığını düşünüyorum. Mesela dürüst, iyi kalpli, geleneklere bağlı, ölçülü ve sonuna kadar pozitivist aristokrat Harker, bana sorarsanız Stoker'ın toplum içinde görünen yüzü. Esas adamımız Dracula'ya gelince; korku ve dehşet saçan, insanların batıl inançlarından beslenerek güçlenen Dracula da Stoker'dan başkası değil. Dünyanın en dehşetengiz kitaplarından birini yazdığını düşünürseniz, bence tarife birebir uyuyor.
DRACULA
Çeviren Zeynep Heyzen Ateş
Alfa
Roman
426 s., 24 TL?
***
Sevgi yoksa korku uyandıracağım
Mary Wollstonecraft Shelley'nin 200 yıl önce yazdığı Frankenstein bugün de hem bilimkurgu hem de korku edebiyatının başyapıtlarından biri olarak kabul ediliyor. Hikayeye göre, aydınlanmanın sonlarında yaşayan Londralı genç doktor Victor Frankenstein, kadavraları birleştirerek bir insan yaratmayı dener ama bu tekinsiz çabanın sonunda korkunç çirkin bir yaratık, bir ucube çıkar ortaya. Özünde iyi kalpli biridir bu yaratık -kısaca Frankenstein- ama sıradan insanların arasında yeri olmadığını anlayınca o unutulmaz "Madem sevgi uyandıramıyorum, o halde korku uyandıracağım" cümlesini sarf eder, yani kötüleşir. İşin ilginç yanı, 200 yıl önce yazılmış bu minör başyapıtın hâlâ güncelliğini koruması, zira insanın, er geç bir gün kendi yarattığı teknolojiye ve o teknolojinin irili ufaklı yan ürünlerine yenileceği önermesi hiç de olmayacak şey değil. Roman DEX Kitap etiketliyle çıktı.
FRANKENSTEİN
Mary Wollstonecraft Shelley
DEX Kitap
Roman
Çeviren Kerem Sanatel
557 s., 36 TL
***
Tüm kadınlar uykuya dalarsa
Korku edebiyatının büyük ustası Stephen King, "3 tür korku romanı vardır" diyor, "En alt kademede, 'mide bulandıran romanlar' yer alır, mesela kesik bir kafa merdivenlerden yuvarlanır ve ışıklar kesildiğinde kahraman koluna sümüksü bir sıvının yapıştığını fark eder. Araya 'ürküten romanlar'ı alabiliriz, hani şu egemenliği doğaüstü unsurların ele geçirdiği, ölüler dirildiği hatta dirilmekle kalmayıp ayaklandığı, ayı büyüklüğünde örümceklerin dünyayı işgal ettiği bu romanlarda ışıklar kesildiğinde, bir şey sipsivri dişleriyle kahramanı kolundan yakalar. Sıralamanın zirvesinde, 'delirten romanlar' durur. Kahraman yorgun bir günün ardından evinin kapısını açar ve her şeyin değiştiğini, aslında olduğu şeyin ruhsuz bir kopyasından ibaret hale geldiğini görür. Işıklar kesildiğindeyse, ne olduğunu kestiremediği 'bir şeyin' kesik kesik nefes alıp verdiğini hisseder, hızla dönüp arkasına bakar ama... Orada hiçbir şey yoktur." Stephen King dipten zirveye çok geniş bir yelpazede birçok korku romanı yazdı. Şimdi yeni romanını okumaya hazırlanıyoruz. Uyuyan Güzeller öncekilerden biraz değişik bir kitap, çünkü King onu oğlu Owen'la birlikte yazmış, daha doğrusu babası kadar ünlü bir yazar olmak isteyen ama yıllardır bir türlü rüştünü ispatlayamayan oğluna destek atmış. Hikaye kısaca şu: Dünyadaki bütün kadınlar, bir daha uyanmamacasına uykuya dalar. Vücutlarını saran kozaların içine hapsolmuşlardır; bu kozalar dışarıdan yapılan müdahalelerle yırtılırsa, kadınlar uyanıp ölümcül birer tehdit haline gelirler. (Bu kısım pek orijinal sayılmaz, Don Siegel'in baskıcı McCarthy Amerikası'na bir tepki olarak çektiği ve satır aralarına sıkı siyasi eleştiriler yerleştirdiği Invasion of the Body Snatchers'a fazlasıyla benziyor.) Oysa, bedenleri uyur görünen kadınlar aslında daha güvenli ve adil bir yere gidiyorlardır. Orada ne nefret vardır, ne de şiddet. Hayat uyum ve dayanışma içinde sürmektedir. (1800'lerin sonunda yaşamış feminist yazar Charlotte Perkins Gilman'ın dilimize Kadınlar Ülkesi diye çevrilen kitabı geliyor aklımıza. Gerçi Gilman devam romanı Bizim Ülkemiz'de, ütopyasını bir distopyaya dönüştürmüştü.) Stephen King ve oğlunun da aynı yolu izlediğini söylemekle yetinerek, sonrasını size bırakayım. Bitirirken bir hatırlatma daha yapayım; King'in Dolores Claiborne ve Rose Madder'ı yazarken, feminizmle flört etmeye başladığı biliniyor. İşte elimizdeki kitap, o flörtün halen devam ettiğinin göstergesi. Hem King gibi gündemi yakalamayı seven bir yazarın kadına karşı şiddet olaylarından ve Hollywood'u sarsan #metoo hareketinden etkilenmemesi düşünülemezdi.
UYUYAN GÜZELLER
Stephen King, Owen King
Çeviren Esat Ören
Altın Kitaplar
Roman
752 s., 55 TL Dracula Bram Stoker'ın karanlık yüzü?
***
En ölümcül zehirler insan yüreğinde büyür
Shirley Jackson, dehşet ve korkuyu gündelik hayattan kesitlerle ama son derece sofistike biçimde aktaran bir yazar. Bizde daha önce Tepedeki Ev yayımlanmıştı. Şahsen kaç kez okuduğumu bile hatırlamadığım Tepedeki Ev, muhteşem bir delilik romanıydı ve içindeki tek cümleyle de özetlenebilirdi: "Her şey yalnızlıktan." Sırada, Biz Hep Şatoda Yaşadık var. Hikayenin kahramanları dünyadan gizlenerek yaşamak zorunda olan iki kız kardeş. Öğreniyoruz ki, bir zamanlar geçmişin gölgesini bugüne taşıyan gizemli bir olay yaşamışlar. Ne olduğunu bilmiyoruz, tek bildiğimiz bütün kasaba halkının onlardan korktuğu ve kaçtığı. Ne kovabiliyorlar geçmişin gölgesini, ne de ondan kaçabiliyorlar. Kitabın tuhaf ve büyüleyici kahramanı Merricat, bir yandan hakikatlerin karşısına hayalleriyle dikiliyor, bir yandan da kâbuslarla koyun koyuna uyumayı sürdürüyor. Stephen King'den Neil Gaiman'a pek çok çağdaş yazara ilham veren Shirley Jackson'ın Biz Hep Şatoda Yaşadık adlı etkileyici romanının sırrı belki de şu cümlelerde saklı: "Doğada hiçbir şey yoktan var olmuyor ve sarayların enkaza, hayallerin hezeyana dönmesi için bir an yetiyor; geriye biraz toz, belki biraz da kül kalıyor. En ölümcül zehirler, tıpkı en kuvvetli tılsımlar gibi insan yüreğinde büyüyor ve hiçbir yer, ama hiçbir yer insanın evi gibi olmuyor."
BİZ HEP ŞATODA YAŞADIK
Shirley Jackson
Çeviren Berrak Göçer
Siren Yayınları
Roman
183 s., 17 TL