"Korkuyu iliklerime kadar hissettim, bilirsiniz beni korkutmak zordur" demiş King. Tremblay, okuru kayıp bir çocuğun izini sürmeye çağırdığı yeni romanı Şeytan Kayası'nda da aynı etkileyici dil ve karanlık atmosferle çıkıyor karşımıza. Üstelik bu hikaye öncekinden de buruk ve hüzünlü. Korku, keder ve polisiye nasıl bir araya gelmiş diye merak edenler için, konuyu yazarıyla konuştum.
- Sizi korku gerilim edebiyatına getiren yolculuğunuz nasıl başladı ve gelişti?
- Açıkçası çocukken iyi bir okur değildim. Üniversitede matematik okudum, yüksek lisansımı da yine matematik üzerine yaptım. Kitap aşkım 21 yaşıma geldiğimde, Joyce Carol Oates'in Şeytan Kayası'na da ilham kaynağı olan Where Are You Going, Where Have You Been? adlı öyküsü ve Stephen King'in Mahşer'iyle başladı. Vermont Üniversitesi'nde matematik yüksek lisansımı almak için uğraş verdiğim iki yıl boyunca, Stephen King, Peter Straub, Shirley Jackson ve Clive Barker okumaya devam ettim. Lisede matematik öğretmenliği yapmaya ilk başladığımda ise öykülerimi yazmak için içimi tarifsiz bir istek kapladı. Başlarda oldukça yavaş ilerlese de peşini bırakmadım o arzunun.
- Korku türünde çekici gelen nedir?
- Kendimi bildim bileli karanlık ve korkunç olana ilgi duydum. Her cumartesi öğleden sonrası peş peşe iki korku filmi seyrederek büyüdüm. İzlerken en olmayacak şeylerden korksam ve sonrasında sürekli kabuslar görsem bile... İçimdeki çocuk hâlâ canavarların havalı olduğunu düşünüyor. Yetişkin olarak da korku, ne söylediği ve nasıl söylediğiyle beni hâlâ çekiyor. Sordunuz madem söyleyeyim, hayatın "Bir insan bunca zorluğun, imkansızlığın üstesinden nasıl gelir?" sorusuna edebiyat aracılığıyla yanıt verme çabasıdır korku.
- Bir eseri korku romanı diye nitelemek için hangi özelliklere sahip olması gerekir, bu türün ölçütleri ya da sınırları nelerdir?
- Bir tür olarak korku konusundaki vizyonum oldukça kapsayıcı, sınırları ise fevkalade bulanık. Salt ima yoluyla bile olsa, bende rahatsızlık hissi uyandıran her eseri bu türe dahil edebilirim. Türün sadece korkma ya da korkutma eylemleriyle tanımlanması beni bozar, çünkü doğasında bundan çok daha fazlası olduğunu bilirim.
- Yazar adaylarına söylenen o berbat 'En iyi bildiğin şeyi yazmalısın' tavsiyesini, 'En çok öğrenmek istediğin şeyi yazmalısın' olarak değiştirmek gerektiğini söylemişsiniz. Yazarken siz ne öğrendiniz?
- 'En iyi bildiğin şeyi yazmalısın' tavsiyesi fazlasıyla sağlamcı bir tavsiye. Oysa sizi güvenli alanınızdan çıkmaya zorlayacak fikirler bulmaya çalışmazsanız, bir yazar olarak olgunlaşamazsınız. Şeytan Kayası'nda bunu yaptığımı, anlatı perspektifini bile değiştirdiğimi düşünüyorum. Önceki kitaplarımın çoğu, otobiyografik öğeler barındırırdı. Şeytan Kayası'nda ve bir sonraki The Cabin at the End of the World'de hikâyelerin şahsi deneyimlerimden çıkması konusunda özel bir çabam olmadı. Bu da beni kesinlikle kendine daha özgüvenli bir yazar yaptı. Yazarken öğrendiğim bir şey varsa, en aşağılık karakterlerin bile empatiyi hak ettiğidir. Bakın, 'sempati' demiyorum; arada büyük fark var. Empati, anlama çabasıdır. Ben bütün karakterlerime empatiyle yaklaşmaya çalışırım, hayatta da aynı şeyi yaptığıma inanıyorum.
- Siz nasıl tarif ediyorsunuz kötülüğü?
- Kitaplarımda kötülük çoğu kez doğruyu yaptığına inanan iyi niyetli insanların aldığı kötü kararlar sonucunda ortaya çıkıyor. Kötülüğün dehşete düşüren tarafı sıradanlığı ve kaçınılmazlığıdır. Kötülüğün gücü yoktur, bir şeyin eksikliğini ya da boşluğu doldurmak için gelir.
- Korku romanlarına bakılacak olursa hayaletler, insan zihninde hasır altı edilmiş meseleleri simgeliyorlar, bu açıdan belki de bilinçdışımızın tezahürleri.
- 100 olayın 99'unda ben de öyle düşünüyorum. Matematikçi tarafım ağır basıyor olsa gerek. Rasyonel ve şüpheci doğamdan ötürü hayaletlerin doğaüstü varlıklar olduğu fikrine genellikle alaycı yaklaşıyorum. Nadiren de olsa, mesela gece geç vakit evde yalnızken, tuhaf sesler duyuyor, yahut bir kabustan uyanıyor ve hayaletlere azıcık inanır gibi oluyorum. Tabii güneş doğduğunda geceki aptallığımla alay etmek zor olmuyor.
- İki kitabınızda da dikkatimi çeken şey şu: Korku unsurlarına rağmen okurunuzu kalbinden yaralamayı başarıyorsunuz. İkisi de çok hüzünlü hikayeler. 'Korku keder içermez' diye bir kural yok, öyle değil mi?
- Tabii ki yok! Kitapların sizi duygulandırmış olmasından ötürü büyük bir mutluluk ve onur duydum. Nihai hedefim okurun bir şeyler hissetmesini sağlamak. Her iki roman da arkaplanda sorunlu aileleri ele alıyor. Açıkçası hikâyelerin gerçekten hüzünlü olduğunu biliyorum. Dedim ya, etkili bir korku hikâyesi yazmanın sırrı hakikaten değer verdiğiniz ya da en azından empati kurduğunuz karakterler yaratmak ve onları kurtulması imkânsız görünen durumlara sokmaktan geçiyor.
KİNG'İ OKUMASAYDIM, YAZAR OLAMAZDIM
- Bir yazar olarak en çok hangi edebiyatçılardan etkilendiniz?
- Kitapların yanı sıra resimden, müzikten, filmlerden de ilham alıyorum. Ama Stephen King'i okumasaydım, yazar da olamazdım. Gelişimimde önemli rol oynayan, diğer pek çok yazar arasında Kurt Vonnegut Jr., Shirley Jackson ve Stewart O'Nan aklıma ilk gelenler.
- Siz hayatta en çok nelerden korkarsınız ve en çok neleri arzu edersiniz?
- Her şeyden korkarım. Ne olur ne olmaz diye hâlâ evimin bodrumuna indiğimde işim neyse çabucak bitirmeye çalışırım. 1980'ler çocuğu olarak korkunç nükleer savaş kabusları görürdüm ve iklim değişikliğinin ortaya çıkaracaklarıyla birlikte bu hâlâ en büyük korkularımdan biri. En büyük arzumsa, basit. Sevdiklerimin uzun, sağlıklı yaşamasını istiyorum.