Hayatın telaşı, koşuşturması arasında bir an durup "Ne oluyor, ne yapıyorum?" diye sorunca anlıyorsunuz.
Aslında bakıyoruz ama görmüyoruz; duyuyoruz, dinlemiyoruz; hepsinden önemlisi anlıyoruz ancak gerçek manada hissetmiyoruz.
Zaman kavramının kalktığı, hızın artık sınır, mesafe tanımadığı, hayatın kolaylaşırken her anının aynı zamanda kontrol altında olduğu bir dönemde yaşıyoruz ki; bu modern insanın dramıdır...
Sıkıntılı, zor günler ardı ardına sıralanırken Beşir Ayvazoğlu'nun kitabıyla huzur buldum, sakinleştim...
Okurken hiç bitmesin istedim, ağır ağır tadını çıkararak bazen küçük notlar alarak ilerledim.
Altın Kapı; nefes oldu, ses oldu, duygu oldu.
Ayvazoğlu, Avrupa'dan yeni dönen ve o zamanlar Batı hayranı olan büyük şair Yahya Kemal'in bir dost davetinde Tanburi Cemil Bey'i dinledikten sonra "O zaman karşımda altın bir kapı açıldı. Memleketime bu kapıdan girdim" deyişini kendine yol edinir.
Kendisine edebiyat ve sanat dünyasının o büyülü dünyasını açan Yahya Kemal'in ardından girdiği o kapıdan; aydınlatmayı, bilgilendirmeyi ve en önemlisi düşündürmeyi sürdürüyor.
Kitaba ismini veren altın kapı işte o kapıdır.
Bütün yazarlık hayatının bu kapının arkasındakileri görme ve gösterme çabasından ibaret olduğunu belirten Ayvazoğlu, orada bütün bir medeniyetimizin olduğunu söyler: Plastik sanatlar, mimari, musiki, eski şiir ve elbette İstanbul...
Sûret'in Peşinde, Altın Kapı ve Kuğu Nağmesi başlıklarıyla üç bölümde kaleme aldığı denemeleri sırasıyla resim, müzik ve şiir üzerine yazılardan oluşuyor.
İlk yazı Osmanlı padişahı Fatih'le başlıyor. Avni mahlasıyla şiirler yazan büyük padişahın, şehzadeliğinden itibaren ciddi bir sanat eğitimi aldığı aşikar. İstanbul'u fethettiğinde yağma sırasında mozaikleri koparan bir yeniçeriye, "Binalar benim malımdır, ne hakla onu bozuyorsun" diyebilmiştir. Sanatçıları koruyup kollayan ve onları sarayına çağıran Fatih, İtalya'dan ressam istemiştir. Ve o devirde Bellini'ye portresini yaptırarak büyük bir tartışmanın da kapısını açmıştır. Tasvir ve suret konusunda Osmanlı tarihinde onlarca tartışma vardır, mahkemelik olanları bile vardır. Abdülmecid ve Abdülaziz gibi aynı zamanda müziğe de meraklı padişahların izi sürülen kitapta; Osman Hamdi Bey, Şeker Ahmet Paşa, Hoca Ali Rıza ve Nazmi Ziya gibi Osmanlı döneminde yetişmiş isimlere de yer veriliyor. Her biri Türk resminde yeni ufuklar açmış, geleceği de şekillendirip ekol olmuştur. Ardından gelen modernistler de kitapta boy gösteriyor.
Hele Fatih Camisi'ndeki bir cuma namazında dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından fark edilen bir tablonun hikayesi var ki, müthiş. Yalnızca Mimarzade Mehmed Ali'nin 1905'te yaptığı tablonun bugün koruma altında olduğunu belirtelim ki okumak isteyenlerin zevki bozulmasın.
İkinci bölümdeki müzik yazılarında büyük usta Itrî'ye geniş yer ayrılmış.
Kitapta; müzik dinlerken duyulan hazzı hissetmenin ve o hazzı ifade etmenin doruğa ulaştığı bir bölüm var ki, birkaç kez okumaktan kendimi alamadım: Yahya Kemal'in İspanya'dan yeni döndüğü yıllar.
1993 sonu ya da 1994 yılı başları olmalı... Ahmet Hamdi Tanpınar, Lebon'da otururlarken birdenbire anlatmakta olduğu Paris hatıralarından silkinerek "Haydi kalk konservatuvara gidelim" dediğini, arka sokaklardan geçerek o zaman konservatuvarın bulunduğu Tepebaşı'na nefes nefese çıktıklarını, müdür Ziya Bey'in odasına girdiklerini de telaşla anlatır. Yahya Kemal, Nevâ-Kâr'ı dinlemek istemiştir; kendilerini samimi bir dostlukla karşılayarak kahve ikram eden müdüre, "Ziya Bey" der, "Biz Nevâ-Kâr'ı dinlemeye geldik!"
Hadisenin bundan sonrasını Tanpınar'dan dinleyelim: "Eser çalındığı müddetçe Yahya Kemal genişçe bir koltukta, sol eli her zaman olduğu gibi kalın bastonuna dayanmış ve bütün vücuduyla çok büyük bir ağacın önünde akan suya eğilmiş gibi musikiye ve onu bize acayip cüssesinden gönderen gramofona eğilmiş, sessiz sedasız dinledi. Ara sıra cigarası bitince dikkatinin kendisine biçtiği bu duruş değişiyor, sonra düşüncelerimizin devamlı arkadaşı vazifesine başlar başlamaz eski vaziyetini alıyordu. Eser bitince "Bir daha çal Selahattin Bey!"dedi. Ve tekrar aynı dikkatle dinledi. Odayı Itrî'nin musikisi ve onun dikkati beraberce doldurmuş gibiydi."
Tanburi Cemil, Münir Nureddin gibi ustaların yanı sıra Türk muhafazakarlarının müzik zevki ve klasik müzikle ilişkisi de ele alınıyor kitapta.
Üçüncü bölümde şiir var. Bâki, Şeyh Gâlib, Mehmed Akif'le zenginleşen, büyüyen eski şiirin doruğu ise Yahya Kemal'dir. O Tanpınar'ın deyişiyle, "eskiyi zamana ve zihniyete bağlı fazlalıklarından arındırmış, en saf şekliyle yaşadığımız zamana aktarmıştır." Yahya Kemal merkezli yazılarda birçok şair de zikrediliyor. Garip akımının kurucularıyla buluşması ve özellikle Orhan Veli'ye olan ilgisi dikkate değer.
Kitabın finalinde Beşir Ayvazoğlu'nun 2010 yılında bir etkinlik için Cahit Sıtkı Tarancı'ya yazdığı bir mektup var.
Kıssadan hisse; görmek, dinlemek ve hissetmek için Altın Kapı'dan geçin...
Kitapta; müzik dinlerken duyulan hazzı hissetmenin ve ifade etmenin doruğa ulaştığı bir bölüm var. Yahya Kemal'in İspanya'dan yeni döndüğü yıllar...
Kitabın kapağındaki fotoğraf, Şeker Ahmet Paşa Mercan'daki konağında bir resmine son rotüşları yaparken çekilmiş. Desen ise Sultan Abdülaziz'e ait.
Onlar sanat yapıyor biz ise duadayız: Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur romanından