"Hasan Ali Toptaş'ın yeni kitabı" cümlesini duyunca kalbim her seferinde büyük bir heyecanla atıyor. Aklıma gelen ilk soru "Roman mı, yoksa öykü mü?" Yalan yok, romanlarına ayrı bir düşkünüm Toptaş'ın. Onun ilmek ilmek işlediği roman evrenine dalıp, tüm dünyevi telaşların dışına çıkmanın, büyülü diliyle yarattığı karakterlere yoldaş olmanın yüreğimdeki yeri bambaşka. Bu sefer elimde tuttuğum kitap bir öykü kitabı. Adı Gecenin Gecesi. Beş öykü var içinde. İsimleri; Yatak, Nihat, Fotoğraf, Veysel'in Kanatları ve Şeytan Uçurtması. Toptaş bir kez daha okuyucuları olağanüstü diliyle baş döndürücü bir yolculuğa çıkartıyor. Yatak öyküsünde yer yatağını sırtında taşıyan kahramanın peşine takılıp gidiyor, Nihat öyküsünde tımarhaneye düşen Nihat ve sırf o kaçarken yakalayamasın diye şişmanlayan annesinin derdine ortak oluyoruz. Fotoğraf adını taşıyan öykü kendi mezar taşını yazan, öğretmen Himmet Nadir Yücesoy'la tanışıyoruz, Veysel'in Kanatları öyküsündeyse kumarda her şeyini kaybeden Veysel'in gökyüzünde süzülüşüne herkesle birlikte biz de şaşıyoruz. Son olarak Şeytan Uçurtması adlı öyküde annesinin yokluğunda üvey kardeşiyle yaşadıklarını anlatan baş karakterin yaşadıklarını içimiz ezilerek okuyoruz.
YENİDEN ŞEKİLLENEN BİR DİL
Hasan Ali Toptaş'ın büyük yazar olduğu artık şüphe götürmez bir gerçek. Onun yine eleştirmenlerce mutabık olunan en etkili yönü kuşkusuz dil kullanımı. Toptaş dile hâkim bir kalem ve dilinin zenginliğini hayatın içerisindeki dinamiklerden alıyor. Toptaş bu dinamikleri iyi biliyor ve toplumsal hayatın değişkenliği içerisinde yitmeye yüz tutmuş kelimelerle birlikte onu tekrar üretiyor. Gündelik hayatta yanyana gelme ihmali düşük kelime ve imgeleri bir araya getirerek okuru evreninin içine çekiyor, daha önce hiç okunmamış bir şiiri yüksek sesle okuyor. Üstelik uzun zamandır öykü kitabı çıkarmayan Hasan Ali Toptaş'ın bu yeni öyküleri, Ümit Ünal'ın desenleriyle süslü. İkilinin ortaklığı 2009'da Toptaş'ın Gölgesizler adlı romanını Ümit Ünal'ın aynı adla sinemaya uyarladığı günlere dayanıyor. Bu birlikteliğin ne şahane sonuçları olduğunu o dönemden de biliyoruz. Zamanların iç içe geçtiği, düşle gerçeğin birbirine karıştığı, çok katmanlı metinleri ve büyülü diliyle, Hasan Ali Toptaş sizi yine eşsiz bir buluşmaya davet ediyor.
YATAK ÖYKÜSÜNDEN
Bu sabah gözlerimi açtığımda, her zamanki gibi yer yatağının içindeydim. Yorganı tutup omuzlarıma doğru çekerken, bu yatak beni öldürecek, diye düşündüm bir an. Gerçi çok eskiden, tâ çocukluğumda da bu tür yataklarda yatardım ama o yıllarda odaların tabanına ya uzun uzun biçilmiş tahtalar döşenir ya da sokak aralarındaki satıcılardan alınan sapsarı hasırlar serilirdi. Tahta döşenmişse, hiç istisnasız her yer burcu burcu sakız kokardı tabii ve insan evin içinde geziniyorum diye, sabahtan akşama dek sakız kokusu gibi görünen derin bir ormanın uğultuları arasında gezinirdi. Zaman zaman elindeki işten başını kaldırıp birazcık dikkat etse, bu uğultuların içinde bol güneşli yamaçların yeşilliğini bile görebilirdi hatta; yamaçları tırmanıp giden ıslık inceliğindeki patikaları, bu patikalara inmiş bulutları, sağda solda çınlayan börtü böcek seslerini ve bu seslerin gerisinde nemli bir uzaklık hâlinde duran çalılıklarla çalılıkların dibindeki sessizlikleri bile görebilirdi. Rüzgârın kabuklarda yırtılışını bile, sonra... Çakılları, taşları ve ıssızlıklarıyla birlikte derelerin rüzgâra kapılıp tepetaklak savruluşunu bile. Ya da ne bileyim, yer değiştiren gölgelerin gürültüsünü, kayalıklarda kayalık gibi parlayan güneşin sıcaklığını ve kıyıda köşede kalmış küçük bitkilerin fısıltılarını bile...