Her lise sınıfında, hayatı olduğu gibi kabul eden ve onun ritüellerini yaşamak için can atan arkadaşlarına içi ürpererek bakan birkaç öğrenci bulunur: onlar bir noktada Albert Camus'nün Yabancı'sını okurlar. O yıllarda kendimizin bulduğu değil, sanki gelip bizi bulan kitaplardan biridir bu ve Yabancı'yı sevenler aralarında iyi anlaşırlar. Aradan geçen yıllara rağmen bu romanı tutkuyla okumaya başladığı, bir yandan da bir deftere bir şiir yazıp kendini bir yazar gibi hissetmekten hoşlandığı günü hiç unutmayan bir Yabancı meraklısı olarak yine de Meursault'nun cazibesini çözmekte hâlâ güçlük çekiyorum. 1942 yılında, yani 75 yıl önce yayımlandığında Camus'nün buz gibi bir cümleyle başlayan romanı okuyanların kafasını karıştırmıştı. "Bugün annem öldü. Ya da dündü belki, bilmiyorum." Bu sözlerin sahibi Meursault, ilk sayfasından itibaren ona her şeyiyle saçma gelen bir dünyada sadece varolmaya çalışıyordu ve bu hayatta varolmak dışında bir amaç bulanları anlayamayan bizim gibi öğrencilere çok tanıdık geliyordu. Camus'nün Türkçeye Vedat Günyol ve Samih Tiryakioğlu'nun yaptığı iki farklı çevirisi olan romanı, sanki kavramlarda, kişilerde, soyut şeylerde anlamlar bulup hayatlarını onlara adayan kişilerden biri olmamanın yolunu fısıldıyordu onu okuyan bizlere. Camus 1930'larda Alger Republicain adlı bir gazetede adliye muhabiri olarak çalışıyordu ve bu Fransız sömürgesinin gündelik hayatında işlerin nasıl yürüdüğüne dair gözlem yapma imkanına sahipti. Gazeteciliğinin yanında denemeler, tiyatro oyunları ve daha sonra Yabancı'ya dönüşecek kitabı yazıyor, akla Dostoyevski'nin Yeraltından Notlar'ını getiren bir sesi keşfetmeye başlıyordu. Dostoyevski'nin Yeraltı Adamı gibi Yabancı'nın kahramanı Meursault da öteki insanlara uyum sağlayamıyor, onların çok rahat bir parçası haline geldikleri düzene, topluma karşı içinde herhangi bir sevgi veya bağlılık duygusu hissetmeyi başaramıyordu. Annesinin cenazesi sırasında herhangi bir mutsuzluk hissi duymuyor, sadece oraya gelen insanları incelemekle yetiniyordu. Daha önce birlikte çalıştığı Marie'yle yeniden karşılaştıktan sonra ilişkiye başladıklarında ve genç kız ona evlenmelerinin güzel bir fikir olacağını söylediğinde Meursault evlenmekle evlenmemek arasında bir fark görmediğini söylüyordu. Kararların, seçimlerin, ideallerin ne anlamı vardı? Şimdiki zamandan, seksten, sigara içmekten, gözlem yapmaktan hoşlanan bu karakter için duygular da soyut şeylerdi. Farkında olduğu tek bir şey varsa o da bunları hissetmediğiydi.
BİR YILDIZ GİBİ KARŞILANDI
Geçen yıl Yabancı'yı Ararken başlıklı bir kitap yazan Yale Üniversitesi profesörü Alice Kaplan, Yabancı'nın en ünlü sahnesinde güneşin tepede yakıcılığıyla esir aldığı Meursault'nun sadece 'Arap' olarak tasvir edilen bir adamı öldürme sahnesine odaklanmış ve bu adamın gerçekte kim olabileceğinin izini sürmüştü. Cezayir doğumlu Kamel Daoud'un 2013 tarihli Meursault, Öteki Soruşturma kitabı da aynı konuyu bir romanın malzemesi haline getirdi. Camus'nün solcu mu sağcı mı olduğu, Cezayir'in bağımsızlık mücadelesine nasıl baktığı, Yabancı hakkında yazdığı yazıyla romana ilgi uyandıran Jean-Paul Sartre ile olan çalkantılı ilişkisi aradan geçen yıllarda Fransız edebiyatı ve felsefesine ilgi duyanların tartışmaktan bıkmadıkları konular haline geldi. 1946'da New York'a geldiğinde Camus bir yıldız gibi karşılanmış, Astor Oteli'nin çatısında Yabancı'nın yayımlanması bir partiyle kutlanmıştı. Cecil Beaton'ın çektiği ve Vogue'da çıkan Camus portresi iki yıl önce Pera Müzesi'ndeki Beaton sergisinde de gösterilmişti. Bu mesafeli, karizmatik adamın diğer kitapları, özellikle de Veba Amerika'da çok okundu ama bugün Yabancı diğer Camus kitaplarından ayrı bir yerde duruyor. Çevirmenler romanın soğuk ilk cümlesinin en iyi şekilde söylemenin yollarını ararken aralarında Zeki Demirkubuz'un da olduğu yönetmenler kitabı sinemaya uyarlamak gibi zor bir işe kalkıştılar. Yabancı'nın sonunda Meursault, giyotinle idama mahkum edilmiş halde ölümü beklediği hücresinde kendisini çevreleyen gerçekliğe anlam vermekte güçlük çekiyordu hâlâ. Camus'nün olağanüstü edebi zekası, ölmeyi bekleyen oğlun annesinin ölüme yaklaştığı anı hayal ettiği bir bölümü de buraya yerleştirmişti. Ölüm karşısında, ondan ayrılmadan hemen önce Meursault'nun yaşadığı duygunun mutluluk olduğunu okumak, onun ilk andaki kayıtsızlığı kadar çarpıcı gelmişti bana. Kitabı ilk defa lisede okuyan ve hiç unutamayan benim gibi pek çok kişi için bu kayıtsızlık duygusu yıllar geçse de başka her şeyden daha sahici ve Yabancı'yı ilk gençliğimizde neden bu kadar tutkuyla sevdiğimizi kısmen açıklıyor.