Geçen yıl Dünyayla Benim Aramda kitabını yayımladığında Ta-Nehisi Coates için Amerika'nın yeni James Baldwin'i denildi. Bir yazarın hayatta her gün başına gelecek bir olay değildi bu, kendisini ziyadesiyle mutlu ettiği muhakkak. Toni Morrison, 1987'de ölümüyle Baldwin'in ardında bıraktığı entelektüel boşluğu doldurabilecek kişinin Coates olduğunu söylerken, uzun bir süre boyunca Amerikan solunun pek çok davasını (ırklar, sosyal sınıflar ve cinsel tercihler arasında eşitlik mücadelesi) üstlenmiş büyük yazarın diline özellikle vurgu yapıyordu. Hem bize deneyimleri tutkuyla yaşatan, hem zarif olmayı hem de ahlaki bir kurtarıcı olma görevini bir araya getiren Baldwin'in dili gibi Coates'ınki de benzersizdi. Türkçesi bu ay, Barack Obama'nın Beyaz Saray'dan ayrılmasına günler kala yayımlanan Dünyayla Benim Aramda, Amerikalıların kim olduklarını ve nereye gittiklerini sorguladıkları bu yeni dönemde ilginç bir okuma deneyimi vaat ediyor. vaiz sesiyle konuşuyor Coates, Atlantic dergisinde yazdığı uzun makalelerle isim yapmıştı. Bunlar arasında en çok dikkat çekeni, ABD yönetiminin tarihinde zulmettiği siyahlara 'reparations' adı verilen kapsamlı maddi tazminatlar ödemesi gerektiğini savunduğu yazısıydı. Köleliğin devam ettiği, sonra kalksa da sivil hakların henüz elde edilmediği dönemlerde yaşanan tarihsel haksızlıkların ancak kapsamlı bir tazminat paketi aracılığıyla çözülebileceğini söylüyordu Coates. Geçmiş, Faulkner'ın dediği gibi, asla ölmemişti çünkü. Henüz geçmemişti bile. Aksinin yaşandığına inanmak, kendimizi kandırmak anlamına gelecekti. En iyisi süslü laflar etmek yerine hesap vermekti: Bu şekilde siyahlar geride bırakılmış kurumlarını kuvvetlendirebilecek, yüzyıllardır avantajlı konumdaki beyaz Anglosakson Protestanlarla aralarındaki fırsat eşitsizliklerini bir nebze olsun onarabileceklerdi. Dünyayla Benim Aramda, yazarın oğluna yazdığı bir mektup. Coates burada bir vaizin sesiyle konuşuyor. Retorik sanatını kullanma biçiminde, Barack Obama'nınkinden izler var. Yüksek sesle okunmak için yazılmış bir metin bu: pek çok kelime, etkiyi artırmak için, aynı paragrafta tekrarlanıyor, retorik sanatının üçlü tekrar kuralına sıkça başvuruluyor, Coates kendi babasının ve çocukluğunun ve yaşadığı ülkenin hikayesini anlatırken oğluna bir tarihsellik fikri aşılamanın peşinde. 18 yaşında bir siyah genç olan Michael Brown'ın 28 yaşındaki beyaz polis memuru tarafından öldürülmesinin ardından yaşanan protestolar, kitabın şimdiki zamanında herkesi afallatan bir biçimde sonuçlanıyor: mahkeme, olayın sorumlusu polise dair idari işlem yapılmasına gerek olmadığına karar veriyor. Akşam saat 23.00'e kadar davanın sonucunu salonda televizyon başında bekleyen oğlu, haberleri aldıktan sonra uyumak istediğini söylüyor ve Coates, çocuğun odasından gelen ağlama seslerini duyuyor. Bu travma, ona tarihteki diğer travmalardan bahsetmek için bir başlangıç noktası teşkil ediyor. Mektubunda, Coates'ın cevaplayacağı soru şu: Amerika'da siyah bir beden içinde insan nasıl özgür yaşar? Yaşayabildi mi? Yaşayabilir mi? Kendi geçmişine, Cold Spring, Park Heights, Woodbrook Avenue'de şekillenmiş çocukluk hatıralarına bakarak başlıyor anlatmaya. Kimler kimlere saldırıyor sokaklarda, kimlere karşı korkular var, kimler hakkında ne hikayeler anlatılıyor: bir çocuğun gözünden siyahların ötekileştirilmesini fark etmenin, siyahlara yönelik bakışla tanışmanın ve ondan korkmanın nasıl şeyler olduğunu öğreniyoruz. Bu arada bir Amerikan rüyası var uzakta ve Coates gibi gençlere her şeyin düzeleceğini, hiçbir şeyi kafaya takmamalarını telkin etmeyi hiç bırakmıyor. amerikan rüyasına inanma Oğlunun doğumundan kısa bir süre evvel, arabasıyla yolda giderken polis tarafından çevriliyor. Arabalarını durdurdukları siyahları öldürmek konusunda kabarık bir sicilleri olan polislerin, kendi bedeni üzerinde nasıl sınırsız bir hakka sahip olduklarını, durdurduğu arabasına yaklaşan polislere aynadan bakarken düşünüyor Coates. Bedenine istediklerini yapabilirler ve kimsenin de sonradan bunu sorgulamaya hakları olmaz. Birkaç ay sonra, Washington Post gazetesinde aynı polis departmanının yine bir siyahı öldürdüğünü okuyor ve bir anda öldürülen kişinin portresinin tanıdığı birine ait olduğunu fark ediyor. Kuzey Virginia yakınlarında, nişanlısını görmek için yollara düşmüş Prince Carmen Jones'un son anlarının tek tanığı, onu öldüren polis memuru. Amerikan rüyasına inanmamasını söylüyor oğluna Coates. Bilgelik için, atalarının hikayelerini öğrenmek için, dürüst bir hayat için mücadele etmesini salık veriyor ona. Amerikan rüyasına inanan hayalperestlere ise boşver diyor. Kendilerini ülkenin eşit olduğuna inandıran siyahları, vücutlarını beyaza boyamış kişiler olarak resmettiği yerlerde akla Frantz Fanon'un kitapları geliyor. Arabasının camını tıklatan yağmuru seyrederken Coates eski korkuları ve çocuğuna bıraktığı dünyaya dair endişeleri arasında gidip geliyor. Nazi selamı vererek beyaz Amerika'nın zaferini kutlayanların görüntülerine rastladığımız şu günlerde, Dünyayla Benim Aramda çok daha tekinsiz bir metne dönüşüyor.