Simon Kuper futbol derken aslında hayata işaret ediyordu. Dünyanın dört bir yanındaki kulüpleri ziyaret ederek genç yaşında yazıp ünlendiği kitabının adıydı aynı zamanda; Futbol Asla Sadece Futbol Değildir. Kuper'in yolu bir dönem Türkiye'ye de düştü ve eminim anlattığı hikayelerin doğru olduğunu görmüştü ama bize özgü bir biçimde...
Buralarda tartışma yerine sürekli kavga edildiği ve bolca bel altından vurulduğu için futbol tarifi zor bir şeydir. Büyük bir maç arefesinde hafta boyunca iki takımın rekabetini medyadan takip eden biri nefret ve stresi tavan yapmış olarak stadyuma gider ya da TV başına oturur. O gerginlikle oyuncular ve hakem de çığrından çıkar. Dışarıda taraftar birbirine saldırır. TV ekranlarında gece yarılarına kadar futbol dışında her şey konuşulur. Hakaret, seviyesiz şakalar ya da dedikodu soslu yorumlar bazen tehdide kadar gider. Ama beni her zaman hayrete düşüren ertesi günün haberleridir. Sanki bunda payları yokmuş gibi herkesi sükûnete çağırırlar.
Çok mu ileri gidiyorum, hiç sanmıyorum. Son bir aydır milli takım merkezli oyuncu, teknik direktör ve medya üçgenindeki gelişmeleri takip ettiyseniz ne demek istediğimi anlamışsınızdır. Ben Latin Amerika'nın vicdanı Eduardo Galeano gibiyim. Futbolun; çalışmanın, inanmanın, tutkunun birleşimi olduğuna inanırım. Saf, hilesiz, hurdasız. Eduardo, "Ben basit bir iyi futbol dilencisiyim. Elimde şapkam, dünyanın dört bir yanını geziyor ve stadyumlarda yalvarıyordum: Tanrı rızası için, güzel bir maç lütfen!" sözleriyle futbol sevgisini anlatmıştı. "Güzel bir maç" dileği sanki yüzyıllar ötesinde kalmış gibi geliyor bana...
Tam da bu arada İngiliz yazar Philip Kerr beni gelgitlere sürükleyen bir kitapla karşıma çıktı. Onu Dedektif Bernie Günther serisi kitaplarıyla tarihte gezinirken biliyorduk, bu kez futbola el atmış. Hem de yeni bir kahramanla. Philip Kerr hukuk ve felsefe eğitim almış verimli bir yazar. 1989'da yazdığı dedektif Günther, 1930'lardaki Berlin'den yola çıktığında belki de kendisi de böyle ünlü olacağını bilmiyordu. Polisiye bir romanda tarihi anlatmak herkesin harcı değildir ancak iyi bir araştırmacı ve söz üstadı olduğunun hakkını vermek gerekiyor. Mart Çiçekleri o dönemin Almanyası'nın özelinde aynı zamanda Avrupa'nın da siyasi eleştirisiydi. Bu tarzını bütün kitaplarında sürdürdü.
Sözleri kitaplarının amacını da çok iyi veriyor: "Aslında Avrupa siyaseti ve ahlaki değerleri üzerine yazıyorum. Ama romanlarım polisiye alanına girmiyor desem de saçma olur. Sadece biraz daha fazlasını amaçlıyorum. Arkada büyük planlı kitlesel bir katliam yapılırken, önde cereyan eden sıkıcı küçük bir cinayeti çözmenin büyüleyici olduğunu düşünüyorum."
Mart Çiçekleri'nin ardından üçlemeyi Solgun Suçlu (1990) ve Alman Usulü Bir Ağıt'la (1991) tamamladı. Kerr ardından bir ara verdi, 2. Dünya Savaşı ve Hitler dönemi üstüne yaptığı araştırmalardan bunalmıştı. "Kendimi Nazi işbirlikçisi gibi hissediyorum" diyordu. Sessizliğini 15 yıl sonra bozdu, o kadar çok talep vardı ki... Dedektif Günther'i uykusundan uyandırıp yedi kitapta daha maceradan maceraya koşturdu: Biri ve Öteki, Sessiz Alev, Ölüler Dirilmezse, Sahra Grisi, Ölümcül Prag, Katyn Katliamı ve Zagrepli Kadın. ALFA Yayınları iki yıl içinde bütün kitaplarını yayınladı.
GALATASARAY DA BOY GÖSTERİYOR
Ve dur durak demeden yazan çılgın İngiliz yeni bir kahramanı ortaya çıkardı: Scott Manson. Bu kez merkezine futbolu alan Kerr, bu işin de hakkını veriyor. Son yıllarda İsveçliler ağırlık kazansa da polisiye ve casus romanlarında İngilizler hâlâ çok iyiler. Bu türde hikaye önemlidir, okurun ilgisini canlı tutmak ve inandırıcı olmak gerekir. Gelişmelerin tutarlı olması ve sağlam temellere oturtulması şarttır. İngilizler buna edebiyatın zenginliğini ve dilin kullanımı da kattıkları için öndeler. John le Carre, Graham Greene'nin kitaplarındaki edebi lezzet, Kuzey Avrupalılar'da yoktur. Philip Kerr de onlar kadar olmasa da müzikten filozoflara, teknik direktörlerden işadamlarına oradan siyasetçilere uzanıyor. Taraftarların karşılıksız sevgilerinin hakkını verirken bir ölüm karşısındaki acımasızlıklarını es geçmiyor. Maçı kazanmak için fırsata çevirdiklerini anlatırken ahlakı ve vicdanı sorguluyor.
Futbol dünyasındaki menajer oyunları, vergiden kaçırılarak başka birilerinin cebini dolduran transferler, mafya, kara para, tehditler, soyunma odaları gerçekliğinden şüphe edilmez şekilde ortaya konuyor. Dünya futbolunun efsane teknik direktörü Sir Ferguson, galip gelmek için her şeyi yapabilecek Mourinho, sistem adamı Guardiola bir yanda, öte yanda Drogbalar, Messiler hatta Galatasaray boy gösteriyor. Şaşırtıcı bir şekilde "a evet hatırladım" dedirten unutulmaz maçlar, kupalar, kavgalar bir anda karşınıza çıkıveriyor.
Gelelim polisiye kısmına... Philip Kerr; sorgu, adli tıp, araştırma, olay yeri inceleme ve şüpheler üzerine kurulan polisiye türünün olmazsa olmazları açısından iyi bir sınav verememiş. En azından öteki kitaplarına göre diyelim. Cinayet ve katilin ortaya çıkarılmasını hızlı geçmiş, okuyucuya birlikte yolculuk etme fırsatını bırakmamış. Bence bu kitap polisiyeden çok bir futbol güzellemesi olmuş ki hiç şikayetçi değilim. Bir golü Picasso'nun çizgileriyle anlatmak ya da Bach'ın müziğiyle izlemekten söz eden bir adam, bahsettiğimiz.
Devre Arası kitabının kahramanı Scott Manson'a söylettiği şu sözlerin üstüne ne denebilir ki: "Tüm futbol taraftarlarının kalbinde umut dinmek bilmez bir pınar gibidir. Futbolu harika yapan şey de budur; futboldan çok daha fazlası olmasının nedeni budur. Futbol izlemeyen insanların anlamadıkları şey de budur. Eğer böyle olmazsa kimse futbol izlemezdi."