Bundan bir süre önce İngiliz yayın dünyasında çok kısa kitaplar fırtınası esmeye başladı. Eski zamanların elde kolaylıkla taşınabilen broşürleri gibi olan bu kitaplar normal yumuşak kapaklı kitapların fiyatı olan dokuz sterlinin yarı fiyatına satılıyor ve yaklaşık iki gazete fiyatına kitap okuma mutluluğunu okurlara yaşatıyordu. Ancak bu çok kısa kitapların içinde ne olacağı konusunda biraz karmaşa vardı, ne de olsa Ian McEwan ya da Julian Barnes gibi yazarların en kısa romanları bile 200 sayfalık boyutlara ulaşıyor ve 60-70 sayfalık bu kitaplara sığmıyordu. Yazarın bir gazetede yayımlanan iki denemesini bir araya getirince ise, bu sefer ortaya çıkan metin, bu ufak kitaplara çok kısa geliyordu. New Yorker gibi dergiler ve yazarların uzun açılış konuşmaları yapmak üzere davet edildikleri edebi etkinlikler, bu soruna nihayet güzel bir çözüm getirdi. Nasıl müzisyenler, albümlerinin yanında iTunes'daki single'larıyla da dinleyicilerine ulaşıyorsa, yazarlar da çok seçkin ortamlar için hazırlanmış, editörlerin uzman ellerinden geçmiş bu kısa metinlerle onlara iki roman arasında merhaba diyebilecekti. 60-70 sayfalık ideal uzunluğa sığacak metin, kısa ama çarpıcı bir bilimkurgu hikayesi de olabilirdi, Chimamanda Ngozi Adichie'in 64 sayfalık Neden Hepimiz Feminist Olmalıyız'ı gibi etkileyici bir konuşma metni de. Yeni yeni yerleşen bu türe daha da güzel bir başka örnek Zadie Smith'den geldi: Kamboçya Elçiliği. Zadie Smith uzun zamandır New Yorker dergisine hikayeler yazıyor ve bunlar onun büyük romanları İnci Gibi Dişler, Güzelliğe Dair ve NW, Londra'yı sevenler için tatlı sürprizler içeriyor. Romanları bir şehrin, mahallenin, dönemin büyük resmini yakalamakla uğraşan bir yazarın büyük tuvalden eskiz defterine geçişini görmek okur için eğlenceli bir deneyim. Smith burada kısa hikayeye uygun bir sade üslup inşa etmek yerine bu ortamda nasıl deneysel ve yenilikçi olabilirim diye düşünmüş, bu hemen anlaşılıyor. Ne de olsa en sonunda Londra'da bir evde hizmetli olarak yaşayan Fatou'nun boş zamanlarında yüzmeye gidişinin hikayesi olan Kamboçya Elçiliği'ni alışılmadık bir anlatıcı, 'biz anlatıcı' kullanarak bu yüzden yazmış. Kim Kamboçya'nın Londra'da bir elçilik açacağını hayal ederdi ki? Kitap bu düşünceyle başlıyor ve sürprizlerle dolu hikayesini, bu elçiliğe rastlamanın ilk sürpriziyle bize sunuyor. Ardından Willesden mahallesine gidiyoruz ve buranın yerlilerinin nasıl bu gizemli elçilikten gelen badminton seslerini dinlediğini öğreniyoruz. Hikayemizin kahramanı Fatou'yu Willesdenlilerin aynı meraklı bakışından izliyoruz. Bize 'ben' diye anlatmıyor hikayesini anlatıcı, ne de kendi kimliğini gizleyip 'o' diye Fatou'yu bize sunan bir Tanrı anlatıcı söz konusu. Bunun yerine onu mahallenin sesinden, mahallenin hayatının bir öğesi olarak, bir sistemin parçası şeklinde inceliyoruz. Daha evvel Gana'da bir tatil köyünde çalışmış olan Fatou'yu tarif ederken dönemimizi en iyi tanımlayan kavramlardan biri olan 'prekarite'yi kullanmak yanlış olmaz. Geleceği belirsiz, dünü ve yarını arasında güvencesiz, kesinlikten uzak ve bu nedenle endişeli bir şimdiki zamanda yaşayan Fatou bir köle olup olmadığını merak ederken buluyor kendini. Yıllar evvel babasının aracılığıyla düzenlenen ve Fil Dişi Sahili'nden Gana'ya, oradan da Libya, İtalya ve Birleşik Krallık'a uzanan yolculuğunun sonunda, Derawal ailesinin yanında iş bulan kahramanımız ailenin Kamboçya Elçiliği yanındaki sağlık kulubüne giriş kartını kullanmaya da böyle başlıyor. Havuzda çok zaman geçirenler bilir, ileri doğru kulaç atarken aklımızın sinemasında geriye doğru gideriz ve o günün ve bir öncekinin yaşantılarını bir daha ziyaret eder, birkaç tur sonra da geleceğe yönelip hayaller kurmaya, planlar yapmaya koyuluruz. Su düşüncelerimizin maddesine benzer, hızlı ve akışkandır. Fatou da böyle yapıyor, havuzdayken Gana yıllarını ziyaret ediyor, bir yandan da hikayenin şimdiki zamanında 2012 Yaz Olimpiyatları'na ev sahipliği yapan Londra'daki geleceğine dair düşüncelere dalıyor. Fatou'nun bilinci bize Willesden halkının bilincinin filtresinden geçerek ulaştığı için hikayenin kıvamında çok tatlı bir yapaylık ve ironi var. Bu kadını değerlendiren, onun hatalarını ve tuhaflıklarını hem not eden hem de affeden bu 'biz'in aslında Willesden'deki adı sanı belli bir kişi olduğu ise, hikayenin sonunda açıklığa kavuşuyor. Hikayenin resmedildiği perspektifin sahibinin belirginleşmesiyle bu defa tek bir kişinin böyle bir şey yapmaya hakkı var mı, bir insan çıkıp da bir mahalle, şehir, ülke adına konuşabilir mi diye sormaya başlıyoruz. 60 küsur sayfalık bir kitabın buralara uzanabilmesi, haydi açıkça söyleyelim, nereden bakarsanız ufak bir mucize.