Dimitri Şostakoviç bir korkak mıydı yoksa bir kahraman mı? 20. yüzyılın en büyük bestecilerinden birine bakarken İngiliz romancı Julian Barnes'ın aklındaki temel soru bu. Sovyetler Birliği'nin medarıiftiharı bu besteci, sanatını devam ettirebilmek için bir korkak gibi davranmak, mütemadiyen iktidarla iyi ilişkiler kurmak, kültür komiserlerinin suyuna gitmek zorundaydı. Daha üniversite yıllarında bağırarak konuşan ve onu bastıran öfkeli gençlerce yeterince devrimci olmamakla suçlanan ve Çaykovski tarafından temsil edilen 'eski aristokratik sanat düzeni'nin parçası olmakla itham edilen Şostakoviç, besteci olarak hayatını sürdürebilmek için insanlara o sıra korkaklık gibi gelen ama Barnes'ın gerçek cesaretin ta kendisi olarak gördüğü davranışlar sergilemek zorunda kalmıştı. Barnes, SSCB'de ve dünyada dehası herkes tarafından kabul edilen bir bestecinin, her şeyden evvel Sovyet sanatının, devrimci sanatın temsilcisi olmak durumunda olduğunu gösteriyor bize. Sovyet liderlerinin aristokrasiyle ilişkilendirdiği, gerici, tutucu, muhafazakar gördüğü sanatın panzehiri devrimci sanatı temsil etmenin Şostakoviç için bir zorunluluk olduğunu hatırlatıyor. Kültür komiserlerinin devrimci sanatı egemen kılmak adına, edebiyat alanında 'toplumcu gerçekçi' akımı bir resmi ideoloji olarak yazarlara benimsettiğini, bu tür romanlar yazmayanları 'biçimci burjuva reaksiyonerler' olarak damgalamayı iş edindiklerini anlatıyor. Yazar, şair, sanatçı olarak kabul görmek için nasıl bir takım resmi toplantılara katılıp 'hayat görüşü' ve 'siyasi çizgi'lerinizi sürekli açıklamanız, devrimciliğinizi hiç durmadan kanıtlamanız gerektiğini resmediyor. Müzik söz konusu olduğunda da 'biçimcilik, burjuva-bireycilik, kitleleri rahatsız edici deneyselliğin en büyük kusurlar olarak görüldüğünü dramatize ediyor. Ve Şostakoviç'in olağanüstü nüanslı ve yenilikçi bestelerinin onu bir hedef haline getirdiği gerçeğini önümüze koyuveriyor.
BAKİ'NİN DEDİĞİ GİBİ...
Sorgusu sırasında Stalin'e suikast planı yapan bir yüksek rütbeli askerle olan tanışıklığı Şostakoviç'i bir gulag'a sürülme tehlikesinin eşiğine getirmiş. Her akşam bavulları hazır vaziyette evinin koridorunda devlet görevlilerinin kendisini alıp bir çalışma kampına götürmesinin endişeli düşüncesiyle bekleyen Şostakoviç'in hayatında bu korkunun belirleyici etkisi yıllar boyunca sürmüş. Barnes, gençliğinden ölümüne hayatının tamamına baktığı Şostakoviç'i ilk defa bir tren istasyonunda, bir dilenciye votka ikram ederken takdim ediyor okura. Gergin bir adam karşımızdaki: kırılgan iç dünyası, sürekli oynamak zorunda bırakıldığı toplumsal rol nedeniyle iyice sarsılmış. Yanındaki arkadaşıyla bir seyahatin orta noktasındalar. Bu açılış sahnesinde Şostakoviç'in dilenciye ve arkadaşına uzattığı kadehlerin birbirine çarparken yarattığı çınlama, romana yayılan bir temanın başlangıcını oluşturuyor. Zaten Barnes'ın bu enfes romanı, büyük Osmanlı şairi Baki'nin meşhur dizesi "bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş"i bize hatırlatmak için yazılmış gibi adeta. Bize tarihin, kültürün, geleneğin derinliklerine gömülmüş bir hakikati ağır ağır fısıldıyor. O hakikat da şu: Şostakoviç, Baki'nin sözlerini kanıtlamak istercesine, bir an bile yakasını bırakmayan ülkesindeki siyasetçilerin ve onu politik tavırlar almaya davet eden New York ve Londra gibi şehirlerde rahat yaşamlar süren kültür insanlarının söylediklerini göz ardı edip yalnızca tarihe miras bırakacağı müziğe adamıştı bütün hayatını. Bestelerinin icra edilmeyip seyirci önüne çıkmadıkça bir değeri olmadığını düşünenlerdendi Şostakoviç. Bu nedenle de başkalarına taviz vermek gibi görünen şeyleri hızla, üzerine kafa yormadan yapıyordu. Velakin dernek toplantılarının, konferansların, siyasi söylev çekilen buluşmaların bürokratik dünyası adım adım Şostakoviç'in sanatçı dünyasını nefessiz bırakmış Barnes'ın romanına göre. Çalışma kampına gönderilme korkuları, bireyci bir küçük burjuva olarak damgalanma endişeleri ve bestelerinin yasaklanmasının kendisine yaşattığı dehşet, adım adım sanatçının ruhunu öldürmüş. Hakikaten de, bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş, ancak bu hoş sadâ'yı bu kubbede bırakmanın da bir bedeli varmış.