Bundan üç sene evvel benden bir İstanbul kitabı hazırlamamı istediklerinde ilk hissettiğim şey heyecan oldu. Bunu merak izledi. Sonra endişe geldi. Doğduğum şehri burada doğmamış olanlar nasıl görmüş, nasıl gezmiş, nasıl yazmışlardı, kitap bunu hem bana anlatacaktı hem de American University in Cairo Press'ten çıkacak İngilizce antolojinin okuyucularına. Bu beni heyecanlandırmıştı: merak ediyordum, onca kitapta, makalede, günlük sayfasında İstanbul'un içinde yaşadığım eski mahalleleri nasıl anlatılmıştı ve bunlar bugünün İstanbul'unu tarif ediyor muydu hâlâ? Velakin bir yandan da endişelenmiştim: ya İstanbul'un tarif ve tespit etmesi gittikçe güçleşen sınırları gibi bu şehre dair yazıların da sınırları belirsizse veya orada kaybolursam diye korkmuştum. Ne de olsa pek çok İstanbullu gibi benim çocukluğum da şehirde kaybolarak geçti. Sokakları her gün yeniden kazılan, binaları her gün yeniden yapılan, görüntüsü her gün yeniden biçimlenen İstanbul'u neresinden tutmak icabederdi? İlk soru buydu. Ya şehri bölümlemek gerekecekti ya da yazarların şehri nasıl bölümlediklerini incelemek. İstanbul seyyahlarının en meşhurları Edmondo De Amicis, Gerard de Nerval ve Theophile Gautier, şehri ziyaret ettiklerinde sanki aynı rehber tarafından gezdirilmiş, aynı sokaklara bakmış, aynı yerlerde dolanmışlardı. Yazdıklarını okurkenki ilk izlenimim buydu. Onlara gösterilen bir İstanbul vardı ve onlar da bu İstanbul'u dolaşıyorlardı. Ayasofya'dan Topkapı Sarayı'na, Dolmabahçe'den Çırağan'a, sanki gezmeleri gerektiğini hissettikleri yerleri gezerek bir sorumluluğu yerine getirmişler, sonra da ülkelerine geri dönmüşlerdi.
KARMAŞADAN RAHATSIZLAR
Eski İstanbul'un hep benzer köşelerinin gezilmesi kadar tuhaf olan bir şey de kitabımda yer verdiğim seyyahların İstanbullu insanlarla pek az konuşmasıydı. Gustave Flaubert de şehre gelmişti, Andre Gide de, ama bu iki büyük sanatçı buradaki insanları konuşulacak değil, uzaktan bakıp uyuz olunacak canlılar olarak görmüşlerdi. Dekadan dediğimiz yazarların İstanbulluların kıyafetlerinden, şehrin seslerinden, karmaşadan rahatsız olmaları, bunlara hayranlık duymalarından daha ilginç geldi bana. Mark Twain gibi bazıları ise çok daha incelikli bir biçimde İstanbul'a bakmıştı. Sokak köpeklerinin bugün İstiklal dediğimiz caddede nasıl bir türlü uyuyamadıklarını gözlemlemişti mesela Twain. Her sokakta nasıl ayrı bir bölgeyi kontrol ettiklerini tespit etmişti sonra. Bu şehri gezerken "Benim pusulam oldular" demişti hatta.
SOKAKLARDA YÜRÜMEK ZOR
Twain kadar incelikli bir başka İstanbul portresini
Moby Dick'in yazarı Herman Melville günlüğünde birkaç cümleyle resmetmiş, gördüğü manzara ona yaprak dökmeyen, her zaman yeşil kalan ağaçları hatırlatmıştı. Sokaklarda yürümenin zorluğundan dem vuranlar çoktu. İstanbul işgal altındayken gazeteci olarak buraya gelen Ernest Hemingway geceleri arz-ı endam eden pilavcılarla, kestanecilerin şehri nasıl büyüleyici kıldığını not etmişti makalesinde.
Sherlock Holmes'un yazarı Arthur Conan Doyle içinse Ayasofya'ya yaptığı ziyareti şehrin doğası değil, Sultan Abdülhamid'le burada karşılaşması biçimlendirmişti en çok. Abdülhamid onun dedektif hikayelerini heyecanla okumuş, Bab-ı Ali'deki Tercüme Odası'ndaki memurlarına yazarın külliyatını Türkçeye çevirmelerini emretmişti ve Arthur Conan Doyle için İstanbul'a asıl
rengini veren şey padişahın kendisine olan hayranlığıydı. Bir başka Avrupalı büyük yazar, Hans Christian Andersen de padişahı bir merasimde görmüş, burada yaşadıklarını en ince ayrıntılarıyla yazmaya koyulmuştu. Bu seyyahlar için resmi, dini merasimleri ve binaları hemen dikkat çeken yanlarıydı İstanbul'un.
An Istanbul Anthology'deki bazı karakterler, mesela 1599'da buraya gelen Lancashire'lı Master Thomas Dallam, işlerini görmek, para kazanmak için İstanbul'da dolanmıştı. Dallam, padişaha bir org teslimatı yapmak için onca yolu kat etmiş, şehrin duvarlarından, Osmanlı sarayındaki görevlilerin kıyafetlerinden ve hareketlerinden etkilenmiş, bunları yazıya dökmüştü. 15 yaşında İstanbul yollarına düşen Aaron Hill'e şehri Britanya'nın Bab-ı Ali'deki büyükelçisi Lord Paget gezdirmişti, sarayın ayrıcalıklı yerlerine bu şekilde girmiş, gördüklerinden heyecanlanmıştı. Kitabı bitirip yayıncıya gönderirken hissettiğim şey heyecan oldu. Bir günlüğün köşesinde bulduğum bir İstanbul tarifi, bir gazete yazısında kalmış bir paragraf, bir ufak cümle şimdi onca insanın önüne çıkacaktı. Bunu merak izledi. Okuyanlar ne düşüneceklerdi? En sonunda, kaçınılmaz duygu, endişe geldi: acaba neleri eklemeyi unutmuştum?