"Yaklaş evladım! Sana önemli bir şey söyleyeceğim."
Hastane odasının köhne kapısının paslı menteşelerinin gıcırdamasına uyanmış, odaya bir gölge gibi dolan Niyazi'yi görünce derin bir nefes almıştı.
Niyazi elindeki çiçek ve defterleri sehpanın üzerine bırakıp hastanın üzerine eğildi. Hasta çok önemli bir sır veriyormuşçasına fısıltıyla konuştu: "Evladım! Biz yıllarca korkumuzdan söyleyemedik ama Jung haklıydı Jung."
Ömrünün son demlerini bir yatakta uzanmış olarak geçiren bu kişinin adı İzzeddin Şadan.
Meşhur sinema sanatçımız Münir Özkul'un dayısı.
Namıdiğer Doktor Ramiz. Ahmet Hamdi'nin
Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanındaki doktor. 'Psikanalizi Türkiye'ye getiren kişi' olarak tasvir edilen, Hayri İrdal ile Halit Ayarcı'yı tanıştıran, "Psikanaliz devrimizin en mühim keşfidir" diyen, "Azizim! Psikanaliz icad edildiğinden beri herkes az çok hastadır" repliğiyle bütünleşen kişi.
Orhan Okay, bu roman kişisinin İzzeddin Şadan'dan mülhem olduğunu söyler.
Her ne kadar bu romanda hicbetmişse de İzzeddin Şadan, Ahmet Hamdi'nin ahbaplarından biridir. İstanbul'da bir konakta büyümüş; Paris ve Viyana gibi Avrupa başkentlerinde tahsil görmüştür.
Freud'la mektuplaşmış, Jung'la ahbaplık etmiştir.
Türkiye'ye döndükten sonra da mesaisini psikanalizi yerleştirmeye adar. Konuyla ilgili en eski metinler onun
Psikoanalize Göre Nevrozların Etiyolojisi, Freud'un Nevroz Nazariyesi, Çocuk Ruhu ve Psikanaliz, Psikanalize Göre Kadın Tipleri, Freud Bir Kâşiftir gibi makaleleridir.
Konuyla alakalı sayısız konferans verir.
DAHİLER VE DELİLER
Onu hasta yatağında ziyaret eden kişinin tam adı Mehmed Niyazi. Bu anısını hem bana anlattı hem de bir kitabında yazdı. Niyazi,
Yazılamamış Destanlar, Çanakkale Mahşeri, Yemen Ah Yemen, Plevne, Kanije gibi çok satan tarihi romanların muharriri.
Genç Niyazi, İzzeddin Şadan'ı İstanbul Üniversitesi'nde öğrenciyken devam ettiği Marmara Kıraathanesi'nde tanımıştır. Dönemin Beyazıd kıraathaneleri ihtilal öncesinin Fransa kafelerini andırmaktadır. Cem Sökmen'in
Eski İstanbul Kahvehaneleri kitabında anlattığı gibi, farklı görüşlerden aydınlar ve yarı aydınlar bu kıraathanelerde toplanıp fikir münazaraları yapmaktadır.
Konuyla ilgili bir diğer kaynak bu kahvenin müdavimlerinden olan Mehmed Niyazi'nin
Dahiler ve Deliler adlı romanıdır. Niyazi bu romanında sadece Şadan'ı değil, onun en yakın arkadaşlarından olan altı ciltlik
Osmanlı Tarihi müellifi Ziya Nur Aksun'u da edebiyatımıza mal etmiştir.
Şimdi geliyoruz bu isimleri yıllar sonra yeniden bir araya getiren hikayeye...
HAYIRLI KARDEŞ BELMA AKSUN
Değerli dostum Konuralp Özdemir geçtiğimiz yıl Üsküdar'da görüştüğümüzde çantasından bir dosya çıkardı. Üzerinde '1 Numaralı Defter' yazan bu dosya bana duyup unuttuğum, gerçekliğine pek ihtimal vermediğim bir olayı hatırlattı, şaşırdım.
Meclislerde konuşulanlara göre Şadan hasta olup yatağa düşünce bütün birikimin onunla birlikte yitip gitmesine razı olmayan dostları ona defterler getirip anılarını ve düşüncelerini yazmasını istemişlerdi. Bu defterleri ona veren kişinin bizzat Ziya Nur Aksun olduğu söylenir.
Şadan, 1972 yılına kadar tam 18 defter doldurmuş ve yazdıklarını Aksun'a emanet etmişti.
Kaderin bir garip cilvesidir; Şadan'ın vefatından bir süre sonra Aksun, tüm Türkiye'nin yakından tanıdığı bir dostunun "Sen saltanatı geri getirmeye çalışıyorsun, seni polise vereceğim" yollu çıkışından etkilenip felç olmuştu.
Yıllarca felçli bir biçimde yaşayan Aksun'u birkaç yıl önce kaybettik. Felç olduktan sonra hiç konuşamadı, ellerini kullanamadı ama hayatının son demlerinde ayağıyla yağlı boya tablolar yapacak kadar geliştirmişti kendisini. Bunlardan biri Abdülhamid'in portresi idi. Levent'teki evde, salonun girişinde asılıydı.
Şakirin Camii'nde kılınan cenaze namazına bir avuç insan katıldı. Onların da birçoğu bütün bu evde geçirdiği yıllar boyunca Ziya Abilerini yalnız bırakmayan, her bayramın ilk gününde onun evinde toplanan dostlarıydı.
Ve kardeşi Belma Aksun... İpek gibi bir İstanbul hanımefendisi. Yıllar boyunca abisinin yanından bir an olsun ayrılmadı, ona baktı. Oysa, günümüzün moda deyimiyle, kariyer sahibi bir kadındı. Hariciye kökenliydi. İngilizce, İtalyanca ve Fransızca'ya bu dillerden altı kitap çevirecek kadar hakimdi. 20 yıl boyunca Tercüman gazetesinde 'A'dan Z'ye Kadın ve Ev' köşesini hazırlamıştı.
Dört telif kitabı vardı. Şimdi beş oldu.
Yaşlılığa Methiye romanı yeni çıktı ve masamın üzerinde duruyor; bu yazıyı yazar yazmaz okumaya başlamak üzere.
18 DEFTERİN HİKAYESİ
Konuralp Özdemir'in verdiği müjde işte buydu. Ağabeyi ölünce Belma Hanım, Mehmed Niyazi Beyle görüşmüş ve İzzeddin Şadan Bey'in notlarının kendisinde olduğunu hatırlatmıştı. Şadan, Sultan Reşad'ın cülusuna katılmış bir Osmanlı beyefendisi idi ve notlarını eski alfabe ile tutmuştu.
Şimdi bu defterler günümüz alfabesine çevriliyor. İlk sekiz defter çevrildi bile. İtiraf edeyim; uzun zamandır okumak için bu kadar büyük sabırsızlıkla beklediğim bir kitap hatırlamıyorum. Müthiş bir üslup, su gibi akıyor. İlk paragrafta kendinizi akışa kaptırıyor ve sonsuz bir heyecan ve coşkuyla sürüklenip gidiyorsunuz.
Kendinizi kimsenin varlığından haberdar olmadığı bir hazineyi keşfetmiş gibi hissediyorsunuz.
Bu defterlerin akıbetinin ne olacağına transkripsiyonu tamamlandığında karar verilecek. Benim kanaatim Şadan'ın çocukluğundan başlayarak hayatını anlattığı bölüm başta olmak üzere birden çok kitap çıkacağı yönünde.
Her sayfasında birbirinden ilginç tespitleri var Şadan'ın... Hepsini anlatamam ama tadımlık olarak ikisini paylaşayım burada. "Histeriye tutulan çocukların anne babalarını da tedaviye dahil etmek gerekir" diyor birinci defterde. "Benzer şekilde bir toplum da histeriden ancak böyle kurtulur."
İkinci defterde 'yüksek dejenere sınıf' adını verdiği bir kavramdan söz ediyor. Ve diyor ki: "Türkiye'de entelektüeller ile geniş halk kitleleri arasında psiko-analitik bakımdan bir rol değişimi olmuştur. Normal şartlar altında entelektüellerin hasta toplumu tedavi etmesi beklenirken, entelektüeller hasta olduğu için onları tedavi etmek görevi toplum tarafından yavaş yavaş yerine getirilmektedir."
İlginç değil mi?