Eski İskenderiye'de eski bir pansiyon: Miramar... Ve onun kendisi kadar eski pansiyon sahibesi: Mariana... Ki parlak günleri olmuştur ikisinin de. Mariana bir liman... Fırtınadan kaçan yorgun yolcuların durağı... Miramar, farklı heyulalar tarafından kovalanan yedi karakterin buluşma noktası. Önce Emir Vecdi gelir pansiyona. Yaşamının son demlerini huzur tahtında geçirmek isteyen emekli bir gazetecidir. Mahfuz, Emir Vecdi'de sanki kendi yaşlılık demlerini resmetmiştir. Şöyle yakındığını duyarız: "Lütfen bitmek bilmeyen ağdalı cümleler olmasın, diyor bugünlerde benzerlerini her yerde görebileceğiniz editör bozuntusu. Bize jet çağı yolcusunun okuyabileceği şeyler ver. Jet çağı yolcusuymuş! Yazmak düşünüp, hissedebilen insanların harcıdır, gece kulüpleri ve barlardan çıkmayan zevk düşkünlerinin değil. Fakat kötü zamanlardayız. Eğitimlerini şüphesiz bir sirkte alan ve numaralarını sergileyecek en uygun saha olarak gazeteciliği seçen türedilerle, palyaçolarla çalışmaya mahkûmuz." Çok sert değil mi? İlk bölümde kapının hemen her çalınışında yeni bir roman kahramanıyla tanışırız. Devrim nedeniyle bütün zenginliğini ve gücünü kaybetmiş bir eski devletlû: Tolba Bey Marzuk... Madamın eski bir müşterisi olan babasının, ölürken pansiyona bıraktığı yadigar: Zühre. Taşralı bir güzel... Kimi eleştirmenler Mariana'nın haline üzülüp yanında çalıştırdığı Zühre'nin Mısır Devrimi'ni simgelediğini iddia eder. Güzel ama eğitimsiz... Cahil ama öğrenme ve inkişaf arzusuyla dolu... Serkan el-Beheri yakışıklı bir genç... Tekstil fabrikasında muhasebeci. Yeni dönemin pragmatizmini temsil eden bir ihtiras adeta. Hüsnü Allam, şehre yerleşip iş kurmak iddiasında olan havai bir köy ağası. Mansur Bahi ise ağabeyinin tavassutuyla radyoda spiker olmuş parlak ama içine kapanık bir entelektüel... Belli ki romancı birbirine zıt gibi görünen bu karakterleri çoklu bir antagonizma kurmak üzere, mahsus seçmiş. Onları odalara hem birbirleriyle çatışacak hem de birbirlerini tamamlayacak şekilde yerleştirmiş. Bir adım geriye çekilip baktığınızda Mısır Devrimi'nin ortaya çıkardığı travmatik değişimin bir portresidir aslında gördüğünüz.
Miramar romanı gerçekçilikle sembolizmin bir altın oran bileşimi. Romandaki bütün tipler Mısır toplumunun farklı çehrelerine bürünmüş. Bu sayede, kişiler arasındaki çatışmalar, toplumsal katmanlar arasındaki ilişkinin berrak bir aksülameline dönüşmüş. Mısır tarihine ve kültürüne aşina olmak, fonda çalan Ümmü Gülsüm'ün ya da Feiruz'un sesini duymak romanı daha dokunaklı hale getiriyor. Aşinalık yoksa da gam yok. Miramar, kurgusu ve yazım tekniğiyle Mısır'ı hiç tanımayan insanların dâhi zevkine varabilecekleri bir kitap. Mahfuz Miramar'da Japon yönetmen Kurosawa'nın
Rashomon filminde kullandığı anlatım biçimi nedeniyle Rashomon olarak adlandırılan tekniği uyguluyor. Büyük bir ustalıkla... Roman dört farklı anlatıcının ağzından anlatılıyor. Aynı kesit ve katmanlar ama dört farklı perspektif... Mahfuz,
Kahire Üçlemesi'nin son kitabı
Şeker Sokağı'nı 1957'de yayımlamıştı.
Miramar'ı bundan tam 10 yıl sonra yayımladı. 10 yıl, 1952'de yaşanan devrimin pratikteki neticelerini görebilmek bakımından yeterli. Bu yüzden olmalı,
Miramar'a
Şeker Sokağı'na hâkim olan romantizm ve iyimserlikten eser yok. Yazarı, 'prensipte evet fakat pratikte hayır' düşüncesine ulaştıran zaman dilimidir bu. Anlattıklarımızdan
Miramar'ın bir tarihi drama olduğu sonucu çıkarılmasın. Temelde bir polisiye... Aynı zamanda bir aşk romanı... Pansiyondaki bütün karakterler kaçtıkları geçmişleriyle öyle ya da böyle yüzleşmek zorunda kalır. Pansiyondaki bütün erkekler güzel köylü kızı Zühre'yi kendi yöntemleriyle sever ve genç olanları onun için birbirleriyle kavga bile eder. Hatta bir cinayet işlenir ve esrarı romanın son sayfasına kadar kendisini korur. Birkaç cümle de Necib Mahfuz'un aziz hatırasına... Mahfuz hakkında pek çok şey söylenebilir; ama bir şarlatan olduğu söylenemez. Eserlerini, edebiyat çevrelerinin ya da politikacıların beğenisini kazanmak için yazmamıştı. Bu yüzden, pek çok büyük sanatçıyla aynı kaderi paylaştı. 1988'de Nobel alan ilk Arap yazar olduğunda bunu ülkesine ihanet etmesine borçlu olduğunu söyleyenler çıktı. Oysa, eserlerini okuyanlar Mahfuz'un, Mısır'a ve insanlarına duyduğu yürekten sevgiyi hisseder. Hatta, gençliğinde Mısır'ın bağımsızlığını savunan, İngiltere karşıtı, milliyetçi Vafd Partisi'nin ateşli sayılabilecek bir sempatizanıydı. Mahfuz, eserlerinde toplumsal çözümlemeler yaparken sosyalist teorilerden yararlandı ama asla bir Marksist değildi. Kendilerini sosyalist olarak tanımlayan ülkelerde yaşanan hayal kırıklığının bilincindeydi. Mahfuz, dini kaynaklardan, ayet ve hadislerden, en estetik biçimde yararlandı ama Müslüman Kardeşler'e de mesafeliydi. İlginçtir; Mahfuz'un yazarlık yeteneğine ilk dikkat çekenlerden biri Seyyid Kutup olmuştu. Kendisini abartılı bir şekilde taltif eden Kutub ile Mahfuz kötü gün dostlarıydılar. Kutub idam edilmeden önce kendisini hapishanede ziyaret etme yürekliliğini gösteren birkaç kişiden biriydi Mahfuz. Ama bu yakınlık bir dava arkadaşlığına dönüşmedi. Ve İskenderiye. Sokak ortasında bıçaklanana kadar Mahfuz, Kahire dışına birkaç kez çıkmıştı. Kahire'ye aşıktı. Ama Miramar'da başrolü İskenderiye'ye verdi. Bu bir ironi değildi, belki de romandaki sembolizmin zirvesiydi. Çünkü İskenderiye, Mısır'ın görüp geçirdiği bütün eski medeniyetlerin solgun bir halitasıydı. Son Mısır Krallığı'nın da yıkılmasının hemen akabinde, tarihinin en mahzun günlerini yaşamaktaydı. Bugünkü kadar mahzun değil şüphesiz.