Çevrildiğini duyuyordum, merak ve heyecanla bekliyordum ama Tanpınar'ın
Saatleri Ayarlama Enstitüsü isimli romanını Penguin kitabevi tarafından yayımlanmış görünce, allak bullak oldum. Zaman ve her şey zihnimden aktı geçti. Kitabın kapağında Orhan Pamuk'un "Modern Türk edebiyatının en kayda değer yazarı" sözleri yer alıyor. Önsözü son zamanlarda dikkatle izlediğim, fazla yani gereksiz yere uzun bulsam da yazılarını ilgiyle okuduğum İngilizce yazan Hintli Pankaj Mishra kaleme almış. (Bu da kendi içinde ilginç bir yaklaşım...) Bu çeviriye katkıda bulunan Kültür Bakanlığı'nı yürekten kutlarım. Böyle bir duyguya kapılmamın nedeni çok uzun yıllar Tanpınar'ı, özdeşleşmesem de gönlüme çok yakın bulmamdır. Yalnız yaşayan, hiç evlenmemiş, çocuğu olmayan, kırgın, bütün hayatını kültürle yoğurmuş bir adam. Türkiye'de insanların çok farklı tellerden çaldığı bir dönemde Klasik Batı Müziği dinliyor ama Dede Efendi ve Osmanlı saray müziği için de çok güçlü yazılar kaleme alıyor. Bir estet, bence en önemli özelliği bu. Resim seviyor. Ziyaretine gelenlere albümler gösteriyor, o arada "Ne dinleyelim?" diye düşünüp, ortama uygun bir plak yerleştiriyor pikaba... Haldun Taner'in, bir akşam üstü, şehri karanlık bürür, sis basarken onu yolda görüp anlattıkları unutulur gibi değildi. Tanpınar, Narmanlı Han'daki odasına doğru çekilmektedir. Taner, devam eder: "Aşırı hızlı yaşadığım eve sabahları altıda döndüğüm bekarlık dönemimde bana Tünel'de rastlamıştı. Karaköy'den yukarı birlikte çıktık. - Kim bilir nereye gidiyorsun, dedi. Kim bilir ne güzeldir sevgilin! Ben eğlenmeye gidiyordum, o yatmaya, evine... - İyi geceler, dedi bana. Emin ol sana gıpta etmiyorum. Benim sevgilim burada. Üniversitedeki adresine yeni gelmiş jelatin kaplı bir Skira cildini özenle koltuğunun altından aldı. Gösterdi. Şimdi tam hatırlayamıyorum. Ama uzun zamandır ısmarlayıp beklediği bir kitaptı. Ya Bruegel* ya El Greco. Gözleri parlıyordu. Gerdeğe girecek bir damat gibi heyecanlı idi. Hak verdim içimden kendisine. Kitabın jelatin kabını açarken onun duyacağı büyük mutluluğun bir kadını soyarken duyulardan daha yoğun ve yüce olduğunu biliyordum." Hayatı boyunca aynı duygularla dolup taşmış biri, ben, nasıl sevmezdim Tanpınar'ı? Üstelik o sıralarda, benim kendisini okuduğum yıllarda, böyle bir 'tip' yoktu edebiyatımızda. Kaldı ki, Tanpınar'ı benim için o tarihlerde önemli hale getiren bir diğer özelliği Doğu-Batı arasında sıkışmış bir toplumda yaşanan krizi vurgulamasıydı. Çözüm elbette üretemiyordu. Buna formasyonu yetmezdi. Üstelik çok farklı özellikler taşıdığını sonradan öğrendik. Evet, Halifeliğin ilga edildiği gece uyuyamamıştı ama CHP'den milletvekili seçilmişti. 1950'lerde, doktorası, hiçbir akademik geçmişi olmamasına karşın, üniversitede hocalık yapmış ama DP devrildikten sonra şimdi bize ıstırap veren yazılar yazmıştı. Kısacası, o hercümerç olunan dönemlerde yetişmiş hepimiz gibi mülemma (karışık, alacalı) bir insandı.
GENÇ NESİLLER ONU ANLAYABİLECEK Mİ?
Bir yandan "Borç beni çıldırtacak" diyor bir yandan kumar ve içki tutkusunu sürdürüyordu. Bir filmde fraklar içinde bir kumarcı olarak rol alacaktı. Selim İleri'nin son öykü kitabı muhteşem
Yağmur Akşamları'nda dehşet verici biçimde anlattığı Tanpınar, oydu, o karmaşık insan. Ama dünyaya bir edebiyatçı olarak bakıyordu, yetmediği gibi, 19. asır Türk edebiyatı tarihini bilgece, büyük ve çok damıtılmış bir kültürle yazmıştı. Onu okurken kulaklarımda öğrencisi Mehmet Kaplan'ın sözleri çınlıyordu. Kaplan, yeni nesillerin onu anlayamayacağını söylüyordu. Ardından gelenler onun donanımına sahip değildi. Genel geçer şeylere alıştırılmışlardı. Yargısı doğruydu Kaplan'ın. O tarihler, haydi artık vereyim, 1970'ler, sol fırtına yıllarıydı ve sol dünyayı kültürün içinden değil teorinin ve siyasetin içinden görmeyi tercih ediyordu. Dolayısıyla Doğu-Batı sorununu kültürel planda tartışmak 'sağcıların' uhdesindeydi. Onlarla da aramızda Çin Seddi vardı. Kaldı ki, 'sağlar' da pek bir şey yapmıyordu. Kaplan bu tanımı solcular için getirmiş değildi ya... Zaten Tanpınar sağın uhdesindeydi. Derken devran döndü. Tanpınar hayatımıza yerleşti. Neredeyse her gün bir makale, haftada bir kitap çıkmaya başladı hakkında. Modernliği araştıranlar, post modernliği sorgulayanlardan psikanalistlere kadar herkes ondan bir şey devşirdi. Şöhreti, daima gölgesinde kaldığı, karşısında, yanında daima eziklik duyduğu hocası Yahya Kemal'i geçti. Yahya Kemal onunla karşılaştırılınca eski kalıyor ama Tanpınar modern sayılıyor. Öyledir de.
Abdullah Efendi'nin Rüyaları'nı kim okuyor, bilmem. O ağır tempolu, Valery ve Proust meyaneli üslup bugün kimsenin dikkatini çekiyor mu, o psikanaliz ve Bergsonculuk karması problemleri bugün kimler sahipleniyor gene bir şey söyleyemem,
Huzur, ele aldığı konular dışında kimseye huzur veriyor mu, habersizim ama
Saatleri Ayarlama Enstitüsü galiba biraz daha fazla okunuyor. Batı'nın bu romanı nasıl karşılayacağını merak ediyorum. Ama asıl merakım gene de kendimize dönük: Tanpınar'ı gerçekten okuyor muyuz? Belli bir kesim, araştırmacılar, incelemeciler okuyor ama onlar bile, bütün o makaleleri, ağır, ağdalı ve haz yüklü denemeleri dikkatle, tadına vararak sindiriyor mu? Uzun, gövdeli, hacimli cümleler, kendine özgü sözdizimi, hikmetli bir şey söyleme kaygısıyla daha da ağırlaşmış cümleler hâlâ insanlara zevk veriyor mu? Onun üstüne gider gibi göründüğü ama pek de bir şey söylemeyerek sadece gündeme taşıdığı o konularla Tanpınar kavranıyor mu?
BİR İDEOLOJİSİ YOKTU
Öyle olmasını dilerim. Bachelard'dan etkilenmiş Tanpınar yoksa sadece yarattığı hüzünlü (Orhan Pamuk buna 'melankoli' dedi), 'uzak iklimlerin' insanı olarak, sadece bir imge olarak mı yaşıyor bizde? Gerçek şu: Tanpınar'ın bir ideolojisi yoktu. Sorunu buydu. Bir ideoloji arıyordu. Soldayken sağı, sağdayken solu gözlüyordu. Hâlâ bu noktadayız. Onu Türk modernleşmesinin günah keçisi yaptık. Bütün sorunlarımızı ona yükledik. Zihnimizin karanlık çölüne saldık. Onu çok seviyoruz. Çünkü kefaretlerimizi çekiyor. Tanpınar bulduğumuz biri değil. Bütün arayışlarımızın bir simgesi, bir yansıması. Kendimizi bulduğumuz gün onu unutacağız.