Ucuz, sıradan repliklere alıştırılmış ruhumuz, uzay boşluğunda yankılanacak güçte kelimelerle karşılaşınca sarsılıyor. Böylesi kelimeler, insanlığın ilk çıkardığı seslere benzer, ilkel ve sahicidir. Anlamından önce tınısına takılırsın ve aslında söylendiği anda kendini açık eder. Yıllardır nitelikli edebiyat eleştirileri, kitap tanıtımları ve söyleşilerinden tanıdığımız Sema Aslan, ilk romanı
Kozalak'ı işte böylesi kelimelerle örmüş. İncecik kitap oylumlanıyor içinizde ve tek tek ayırt edemeyeceğiniz kelimler, sanki rüyanızın içine kaçıyor, bırakmıyor peşinizi geceler boyu. "Hiç kokladınız mı; dünyanın kokusu, yere yakın durduğunuzda bir başkadır. Yumuşak, mayhoş bir koku... Nerenin kokusudur, kökünde yatan bir bitki midir, üzerinde duran bir taş mıdır onu böyle kokutan, yoka nedir? Ne eder insana, neye sebep olur? Elinde küçük tahta bir çubukla yerde daireler çizen, çizerken de kendine masallar söyleyen bir çocuğu düşünün; yerden ancak birkaç karış yüksekte duran bu çocuğun diline oyunlar bulaştıran şey, işte bu kokudur." Sema Aslan bu kokunun peşi sıra gidiyor.
SIZAN KAN, SIZAN YALAN
Düzenin garantisi aile, olanca çıplaklığı ile karşımızda Kozalak'ta. Sırları dökülen ayna misali, yansıtmaktan öte kendi karanlığını açığa vuruyor. Aslan, karakterlerine söz ve ses verdirerek düşüyor sırların peşine. Her şeyi bir bir onlara anlattırıyor. Bu haliyle daha geniş boyutlu bir okumada baskılara boyun eğmiş, yalanlarla kendini uyuşturmuş koca bir toplum da kendi hakikatine ayıyor gözümüzün önünde. Edebiyatın kıvamından zerre taviz vermeden, sosyolojik bir okumaya ve acı bir toplumsal eleştiriye de imkan sağlıyor
Kozalak. Paşa baba karakteri, askeri yapının, darbe dönemi baskılarının cisimleşmiş hali olarak da okunabilir. Düzene boyun eğen ve çarka teslim olmuş, hayatta bir gün bile kadınlığını yaşayamayan kadınlar, birey olmasına izin verilmeyen nicemizin simgesidir. Ve işte mutlu aile yanılsamasının, birbirilerinden nefret eden anne-babaların yalnızlığa mahkûm çocukları, aynı zamanda bütün yalanlara son veren derin yarıklardır. Hani soğuktan açılan yaralar vardır ya deride ya da kağıt kesikleri, işte öyle acır, öyle acıtır bu çocuklar. Üstelik toplumsal hayatta ödeşilmemiş kıyımların, katliamların kendisini başka zamanlarda yinelemesi gibi, itiraf edilmemiş aile sırları da, sonraki kuşaklarda yinelenir durur. Ta ki bütün aile parçalanıp, içindeki irini ortaya dökünceye kadar. Dört duvar arasında 'eğitimli' eşleri tarafından dövülen kadınlar, sevgisizlikten ruhu örselenen çocuklar, ilk kez fırsat bulmuşçasına kendi hakikatlerini anlatır. Onlar anlattıkça daha da yalana dönüşür düzenin yücelttiği değerler. Yozluk ortaya saçılır. Acı bir mizahla bezeli, dilin bütün olanaklarından yararlanarak emir kipini, retorik kalıpları, sloganları, propagandaları, düzenin düzen olabilmesi için gerekli gördüğü dili de taklit eden ve o dilin içerisinden erki karikatürleştiren Sema Aslan, sahici hikayeleri ve yalan söylemleri en çok da dilin kendi içinden ifşa ediyor. Kim yalan söylüyor, kim hakikatini anlatıyor, o sözün içinden anlıyoruz. Sanki okumaya bile hacet yok. Önce en sevdiklerinden darbe yiyen ve sokakta büyümek zorunda kalmışlara uzanıyor Aslan. Darbe dönemlerinin ve muhafazakar iklimlerin ilk kurbanı travestiler, eşcinseller, toplumun ipliğini pazara çıkarıyor. Amcasının tecavüzünden kurtulmak için ona kendi eliyle çocuk bulan Mıstık, cinsel farklılığının bedelini okul yıllarının hoyrat alaylarıyla ödeyen Bedir aynı zamanda onları derin bir mutsuzluğun ortasına doğurmuş annelerin hikayesini de açıyor yaprak yaprak. Giderek erkin ayaklarıyla ezdiği, yeşermesine izin vermediği bütün hayatlar hortlak misali fırlıyor. Bomonti'nin o loş, upuzun koridorlu evini, çok tanıdık buluyoruz. Hepimizin belleğinde yok mu bu ışıktan çok karanlık yayan sokak lambalı, kızartma kokulu, kurumayan çamaşır neminde hatıralardan? Ve hatta hadi itiraf edelim, bir yerlerden topladığımız kozalaklar da duruyordur kitaplık raflarımızda ya da masa kenarında. İşte
Kozalak, bütün bu içimize attıklarımızı dillendirmeye talip oluyor. Tehlikesiyle geliyor. "Dalından çok zaman önce düşmüş bir kozalağın o oduna benzeyen tuhaf yapraklarını bazen taç gibi açtığını, bazen de yumruk gibi kapattığını gördüm. Demek cansız değilmiş kozalaklar. Demek ağaçlarından ayrıyken bile yapraklarını açıp kapayabiliyorlarmış... Ben bir kozalak olmak istiyorum. Her zaman her yerde yaşayabilen bir kozalak..." Böyle diyor Bedir. Her kozalak kendi cinsinden olanı, ruhdaşını gözünden tanır. Onlar birbirini bulup açtıkça, tepemize de yağıyorlar sanki. Çocukluğumuzun itelediğimiz, ötelediğimiz iç sıkıntıları, sezip de söylenmemiş sırları kitap boyu akan paralel bir gerçeklik gibi peşimiz sıra geliyor. O yüzden işte hiç bitmiyor
Kozalak. İncecik haliyle bir tuğlaya dönüşüyor. Sayfaları kapatıyorsun, içinde uğulduyor. Yaz günüyle üşütüyor. Yine de ürperdiğine seviniyorsun. Ürpermek seni insan yapıyor.
Kozalak ele alınana kadar sert, avucunuzda tutmaya cesaret ettiğinizde, orta yerindeki yumuşacık kalbini açan, cesur ve vakur bir roman. Kendisine layık okurlarını bekliyor. Dürüstlüğünüz oranında açıyor kendini size, hakikatiniz ta kendisi oluyor.