İŞ'TE İNSAN - 27.12.09
Feride Cem
feride.cem@sabah.com.tr
Aptallara tahammülü olmayan adam!
12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında yapılan ilk genel seçimlerde beklenmedik bir şekilde iktidara gelen Turgut Özal Hükümeti’nin gözde Bakanlarından M. Tınaz Titiz, aktif siyaset defterini kapattıktan sonra birikimlerini kullanmak üzere Tınaz Titiz Sistem Mühendisliği Uygulama Hizmetleri adlı şirketiyle yeniden iş dünyasına girdi. Mesaisinin önemli bir kısmını ise kurucuları arasında bulunduğu ve halen başkanlığını yürüttüğü Beyaz Nokta Gelişim Vakfı alıyor. Çünkü Titiz Türkiye’de en büyük sorunun “sorun çözememek” olduğunu düşünüyor. Bu nedenle de Türk insanının sorun çözme kabiliyetini geliştirmek için çoğunluğu gönüllülerden oluşan ekip arkadaşlarıyla büyük bir çaba harcıyor. Konferanstan konferansa koşuyor, şirketlere bu yönde eğitimler veriyor ve bu konuda talep yaratmaya çalışıyor. Bütün bunlara rağmen aldıkları yoldan çok memnun olmadığını söylüyor.
“Umutsuz değilim, sonunda sorun çözme kabiliyetimiz yükselecek ve biz ülke olarak bir yerlere geleceğiz. Çünkü evrende zayıflara ve problem çözmek istemeyenlere yer yok. Orada doğal kurallar en vahşi haliyle işliyor” diyen Titiz’le Türkiye Beyaz Nokta Gelişim Vakfı’nın faaliyetleri, Türkiye’nin sorunları ve çözüm yolları üzerine bir söyleşi yaptık.
Beyaz Nokta Gelişim Vakfı’nın kuruluş amacı nedir?
Vakfın misyonu toplumun düşük olan sorun çözme kabiliyetinin geliştirilmesine katkıda bulunmak. Vizyonu da; kurtarıcı beklemeyen, kendi sorunlarını kendi çözebilen bir toplum haline gelmek. Hal böyle olunca da işimiz pek kolay değil doğrusu. Bir hastane okul yaptırmak ya da burs bulmak kadar kolay olmuyor bu işler. Sorun çözme kabiliyeti dediğiniz anda, bırakınız eğitim düzeyi yetersiz olanların anlamasını, iyi eğitim düzeyine sahip insanların bile ‘sorun dolaşım sisteminde’ böyle bir şeyin olmadığını görüyoruz. Böyle bir sorun ortaklıkta dolaşmıyor yani. Bu da gittikçe sorun stokumuzu artırıyor. Oysa sırtımızda var olan ağırlıklarla yeni bir ağırlığı kaldırmaya çalışmak zor. Hedefi böyle koyduğumuz zaman, gelişmeler arzu ettiğimizden çok daha ağır işliyor. Ama yine de toplumun tartışma dağarcığına sorun çözme kabiliyeti kavramını koyduk. Bu bile bana göre önemli bir gelişme. Biz toplumda seçkin tavır ağı oluşturmak istiyoruz. Bunu oluşturduğumuz zaman başarılı olacağız.
Sorun çözme kabiliyeti size göre ne demek?
Bunu anlamak için gözünüzün önüne şunu getirebilirsiniz. Bire bir benzerlik gösterir. Hepimiz sırtımızda görünmeyen birer sanal çanta taşıyoruz. Aynı evinize çağırdığınız tamirci ustalar gibi. Bu ustaların bir kısmı çok az alet taşır, bir tornavida, bir pense çıkarıp onunla halletmeye çalışır. Bazıları da her şeyiyle, tam takım gelerek çalışır. İkincisine daha çok güveniriz çünkü onun her sorunla başa çıkabilecek aletleri vardır. İnsanların da sorun çözme kabiliyetleri aynen böyledir.
Neden sorun çözemeyen bir milletiz? Bu konudaki tespitiniz nedir?
Bir kere her sorunun birden fazla nedeni olduğu kesin. Bir süre sonra bu nedenler birbirini desteklemeye, etkileşmeye başlıyor. Ama bunların içinde en önemlisi, gelenek ve kültürümüze göre sorunlarımızı çözmeyi iki yere ihale etmiş durumda olmamız: Dünyevi sorunlarımızı padişahımıza; uhrevi sorunları ise yukarıya... Bize düşen ise vergi istendiği zaman vermek, savaş olduğu zaman çocuğumuzu askere göndermek… Biz daha Cumhuriyet’in 86’ncı yılındayız, bundan önce padişah efendimizin kullarıydık. Yani bir dahi insan çıktı, bizi birey yaptı ama “sen bireysin” demekle biz birey olmadık. Benim ailemde de daha hala ‘babanın dediği olur, büyüklerin söylediği her zaman doğrudur’ durumu var. Hepimiz bu kul kültürüyle yetiştik. Bundan kurtulmuş değiliz. Bu kültürde de problem çözme diye bir şey yok.
Kul olmak kolay sanki…
Eğer birey olmanın tadını almadıysanız kul olmak gerçekten kolay bir şey. Ama biz bundan sonra mecbur olduğumuz için problemlerimizi çözebileceğiz. Son 10 yıldır devam eden bir eğilim var dünyada: Öğrenme devrimi. Bugüne kadar hep bir şeyler öğreten birilerine bağımlıydık. Okula, öğreticilere, bizden daha iyi bildiğini düşündüğümüz birilerine... Yeni yeni insanlar, bütün bu donanımı kendi üzerlerinde taşıdığını keşfediyor. Çünkü zengin öğrenme ortamı diye bir şey çıktı ortaya. Bu zenginlik ise şundan kaynaklanıyor; hayatı hep zorluklarla ve mücadeleyle geçmiş insanların ve toplumların birikimleri, öğretilme bağımlılarına göre çok daha yüksek oluyor. Onun için yeni ortamda özel bir gayret sarf etmeden öğrenme kabiliyetimiz yavaş yavaş artacak.
Bu potansiyelimiz nasıl ortaya çıkacak sizce?
Bazı şeylerin kendiliğinden olmasını bekleme lüksümüz yok, çünkü kıt kaynaklar için diğer insanlarla rekabet ediyoruz. İklim değişiklikleri bu rekabeti hızlandıracak. Su savaşları bunun en basit örneği. Etrafı yüksek duvarlarla çevrili okullarda okumuyoruz sonuçta. Bu nedenle doğal gelişimi bekleyemeyiz çünkü rakiplerimiz de bu süreçte gelişiyor. Daha süratli olarak sorun çözme konusundaki sorunumuzu gidermemiz gerekiyor.
Çözüm noktasında önerileriniz?
Stefan Hawking kendisine “mutluluk nedir” diye soran bir muhabire “Mutluluk anlamaktır” diye bir cevap vermişti. Gerçekten de çok doğru bir söz bu. Anlamak kadar insanı mutlu eden başka bir his olamaz. “Ben bunu anladım” dediğinizde, çözüm yolu da büyük ölçüde oradan geçiyor. Bu nedenle sorunları anlamaya çalışmak önemli bir aşama olacak.
Ama biz anlamadığımız şeyleri anlamış gibi yapıyoruz…
Çünkü babamız, annemiz ve çevremizden hep anlamamanın, bilmemenin çok ayıp bir şey olduğu, onun için anlamasak dahi anlamış gibi yapmamız gerektiği anlatıldı. Önce çözmeyi bir kenara bırakıp öncelikle sorunları anlamamız gerekiyor.
Millet olarak mı bu böyle?
Hayır içimizde son derece yetenekli insanlar var. Onlar dünyanın çeşitli yerlerine gidiyorlar ve son derece başarılı işler yapıyorlar. Bu da bunun şimdilik kalıtsal bir tarafının olmadığını gösteriyor.
Beyaz Nokta Gelişim Vakfı’na kim başvuruyor, ne talep ediyorlar?
Hemen hemen kimse başvurmuyor. Önce kendimiz mevcut sorunları anlamaya çalışıyoruz. 36 kişilik bir kurucu ekibimiz ve gönüllülerimiz var. Gönüllüler bu problemi anlamış insanlardan oluşuyor. Bu konuda sürekli kafa yoran ve birbirimizle sürekli iletişim içinde olan insanlarız. Yurtiçi ve yurtdışından çok farklı sektörlerden isimler var aramızda.
STK’ların ilgisi nasıl?
Sıfır… Türkiye’nin bir numarası sayılan dört STK’ya eğitim konusunda işbirliği yapmayı önerdim. Dedim ki “Bütün şanı şöhreti sizin olsun, bizim de bir birikimimiz var, bunu sizinkilerle birleştirip toplumun önüne daha yüksek katma değerli ürünler koyalım”. Hiçbiri böyle bir işbirliğine yanaşmadı. Daha çok eğitim kurumları ve özel sektör şirketleri ilgili. Patronlar, en büyük kaynaklarının insan olduğunu anlamaya başladığı için eğitime önem veriyor.
Siz, Beyaz Nokta Gelişim Vakfı’nın dışında profesyonel hayatta da sorun çözme kabiliyetinin gelişmesi için eğitimler veriyorsunuz galiba…
1995’ten beri Tınaz Titiz Sistem Mühendisliği Uygulama Hizmetleri adlı şirketim kanalıyla, profesyonel hayatımda ortak akıl üretmekle ilgili çalışmalar yürütüyorum. Çünkü birbirinden farklı insanlar bir araya toplanmış ve bir konuda karar vermek zorunda olduklarında, geleneksel kul yöntemimizde birilerinin emretmesi gerekiyor. Halbuki gelişmiş demokrat toplumlarda ortak akıl üretmek için yöntemler bulunmuş. Ben bu yöntemleri şirketlere anlatmaya çalışıyorum.
Daha çok kime hizmet veriyorsunuz?
Daha çok ticari şirketler, bazen de vakıflar hizmet alıyor. Bize sorunlarını getiriyor ve çözüm istiyorlar. Bazen de rekabet güçlerini yitirmeye başladıkları ya da karları azaldığı için bizden destek istiyorlar. Çünkü kendi aralarında buna çözüm bulamıyorlar. Öncelikle şunu söylemeliyim ki farklı fikirleri olan insanlar, karar vermek için yüz tur atsalar da bir sonuç çıkmaz. Çünkü ortak akıl yaratmak bir teknolojidir ve bunun bir teknoloji olduğunun öğrenilmesi lazım. Biz bunlara ‘soft teknoloji’ diyoruz. Dağarcığınızda teknikleriniz ne kadar çoksa problemlerinizi o kadar kolay çözüyorsunuz. Toplumları bireyler oluşturuyor, bireylerin sorun çözme çantalarında neler varsa bunlar bir araya geldiğinde de başka bir şey olmuyor yine aynı aletler oluyor. Bu aileler de toplumları oluşturduğu için yine sonuç değişmiyor. Biz de bireylerin aletlerini artırmaya yönelik faaliyetler yürütüyoruz.
Nasıl bir yöntem kullanıyorsunuz alet artırmak için?
Sorun çözme darcıklarına araç koymak için “soru konferansı” adı altında benim adıma patentli bir tekniği uyguluyoruz. Bir sorunu daha anlaşılabilir kılmak için sorulara çeviriyoruz önce. Bir sorun hakkında yüzlerce soru üretiyoruz. İçinde zırvalar, saçmalar, uçuklar, kaçıklar olsun bile olsun istiyoruz. Sonra bunları bir huniye koyup anlamlı sorulara indirip, cevaplandırmaya çalışıyoruz. Cevaplar zaten iyi soruların içinde gizli oluyor. Bu bizim soft teknolojimiz. Bu konuda kendi profesyonel kadromuzun yanında gönüllülerden istifade ediyoruz. Kriz bize yapılan başvuruyu ve ilgiyi artırdı diyebilirim.
Halbuki profesyonel yaşamda Türklerin sorun çözme, inisiyatif kullanma kabiliyetleri övülür zaman zaman
Bizim çantamızda bazı aletlerin olduğu muhakkak. Örneğin uzun bir kuyruk varken çaktırmadan önlere geçmek, bir sorun çözme aletidir ama bu yasal veya ahlaki midir? Bireysel sorun çözme konusunda eğer kendi çıkarımızı ilgilendiriyorsa zengin bir alet takımımız var ama aksi durum için bunu söylemek mümkün değil.
Akıl yandaşları laik, sezgi yandaşları dinci!
Size göre Türkiye’nin en büyük sorunları neler?
Şüphesiz bugün bakıldığında, sokak olayları dolayısıyla terör ya da Kürt sorunu ilk sırada. Basit bir terör hareketinden başladı şimdi iç savaş konuşuluyor.
Ama ben doğrusu bunun bir görüntü olduğunu, esas kökteki sorunun problem çözme kabiliyeti yetmezliği olduğunu düşünüyorum. Ezber ise ikinci sıradaki sorunumuz. Biz zaten eğitim konusuyla ağırlıklı olarak uğraşıyoruz. Ezber Farsça “yürekten” kelimesinden geliyor. Çünkü kul olmanın gereği olarak birilerine, bir şeylere yürekten bağlı olmanız gerekir. Bu nedenle soru sormuyoruz, sorgulamıyoruz ve nedenini anlamaya çalışmıyoruz.
Üçüncü olarak da öğrenme dediğimiz doğal yeteneğimizin farkında olmamak önemli bir sorunuz. Dördüncüsü de akıl ve sezgi meselesi. Aklın aracı bilim, sezginin ise din ve ahlak. Dünyadaki bütün keşiflere, icatlara baktığınız zaman istisnasız hepsi bir sezgi ile başlıyor ama arkasından mutlaka aklın ve bilimin süzgecinden geçerek, bir ürüne ya dönüşüyor ya dönüşmüyor. Spiral olarak akıl ve sezgi, sürekli birbirini destekliyor. Biz nasıl başardıysak, akıl ve sezgiyi birbirinden ayırmışız. Bugün akıl yandaşları kendilerine laik, sezgi yandaşları ise dinci diyor. Bunlar birbirlerini telef etmeye çalışıyor. Akıl yandaşları sezgiden yoksun oldukları, sezgi yandaşlardı da akıldan yoksun oldukları için bu iki değerli olgu bir işe yaramıyor.
60’ından sonra tenise başladı
“Sabrım tükendi”
Günlük yaşamda sorun çözme yeteneği düşük insanlarla karşılaşmak sizi yorar mı?
Yorulmuyorum… Sadece toplumun yatırım yaptığı, kendisine ümit bağladığı, okumuş-yazmış belli makamlara gelmiş insanların aptal olmasına dayanamıyorum. Eskiden buna daha çok anlayış gösterebiliyordum, şimdi daha sabırsız olduğumun farkındayım. Çünkü bu kişilerin aptal olma hakkı olmadığını düşünüyorum.
Tam olarak neyi aptallık olarak yorumluyorsunuz?
Kişiler aptalca bir fikir ortaya koyduğunda, aklını kullanmadığında, düşük sorun çözme kabiliyeti olan araçlarla bir işin üstüne gittiğinde kızıyorum. Birleşmiş Milletler’in gelişmemiş toplumlar için kullandığı bir tanım var: Kaynakları kıt ve bu kaynakları iyi tanımlamadıkları sorunlar uğruna heba eden toplumlara gelişmemiş toplum denir.” İşte bu sanki bizim için söylenmiş gibi geliyor.
Günlük yaşamınızda da insanlara o gözle bakıyor musunuz? Bir tasnif oluyor mu?
Belki “Hayır kesinlikle ayırmıyorum” demem lazım ama içtenlikli söylemek gerekirse ister istemez bakıyorsunuz. Belki futbolcular da top oynayan kişilere bunun kabiliyeti var ya da yok diye bakıyordur. İnsan bir işle çok uğraşınca bir deformasyon oluyor.