Türkiye'den ABD'ye uçuşlarda neden havada eğri çizildiğini, bu kırmızı çizginin neden oluştuğuna dikkat ettiniz mi? Dünya yüzeyi küresel bir eğri olduğu için, iki nokta arasındaki en kısa mesafe de dümdüz yerine eğri bir çizgi olmaktadır. İki boyutlu düzlemde bu çizgilere baktığınızda gerçek en kısa mesafe çizgisi, doğrusal mesafeden çok daha uzun gözükür. Resimde görüldüğü gibi Los Angeles ile Ankara arasındaki çizgisel mesafe 13.423 kilometredir. Gerçek en kısa mesafeyi bulmak isterseniz, 'Büyük Daire Metodu'nu kullanmanız gerekir. Bunu yaptığınızda karşınıza çıkan mesafe, ilkinden çok daha kısa olan, 11.269 kilometrelik bir mesafedir! Trafik ışıkları neden kırmızı, sarı ve yeşildir? Trafik ışıkları uygulamasına, önceleri demiryollarının trenleri kontrol için uyguladığı sinyaller örnek alınarak başlandı. Demiryolları idaresi kırmızı rengi 'dur' sinyali olarak seçmişti. Kırmızı renk asırlar boyu tehlikenin, tahribatın simgesi olmuştur. Demiryolları ilk faaliyete geçtiği 1830'lu yıllarda 'ikaz' ışığının rengi yeşil, 'geç' ışığının ise beyazdı... Bir süre sonra beyaz sinyal problem yaratmaya başladı. Beyaz renkli 'geç' sinyali diğer sokak lambaları ile karıştırılabiliyordu. Ama daha da kötüsü 'dur' işaretlerine konulan kırmızı mercekler yerlerinden düşünce ışık beyazlaşıyor, 'geç' sinyali olarak algılanıyor ve kazalara yol açabiliyordu. Sonunda demiryolcular kırmızıyı 'dur', yeşili 'geç' sarı rengi de 'ikaz' sinyali olarak kullanmaya başladılar. Bilindiği gibi sarı, renk spektrumu içinde en göz alıcı renktir. Böylece makinist bir sinyalin bulunması gereken yerde beyaz ışığı görürse, bir şeylerin yanlış olduğunu anlıyor ve tedbirini alıyordu. Karayollarına gelince, yollarda sadece atların ve at arabalarının bulunduğu tarihlerde bile dünyanın büyük şehirlerinde trafik sorundu. İlk trafik lambası otomobillerin ortaya çıkmasından çok önce 1868'de Londra'da kullanıldı. Gazla yakılan ve bir eksen etrafında döndürülebilen kırmızı ve yeşil lambalar bir yıl sonra patlayıp, kendilerini çeviren polisi de yaralayınca bu uygulama ortadan kalktı. Ama öte yandan otomobillerin ortaya çıkması ve şehirlerde dolaşmaya başlamalarıyla birlikte durum iyice kötüleşti. Çeşitli şehirlerde değişik uygulamalar yapıldı. Demiryollarındaki uygulama örnek alındı ama demiryollarında birbirine paralel iki hat vardı. Bu sistem iki yolun kesiştiği kavşaklarda işe yaramıyordu. Sonunda günümüzdekilere benzeyen ilk elektrikli otomatik trafik lambasını, ilkokul mezunu ve ABD'deki Cleveland'da otomobil sahibi ilk siyah olan Garrett Morgan geliştirdi. 1914'de ilk denemelerine başlayan Morgan 1923'de de patentini aldı. Morgan 1963'de ölümünden az önce patentini 40 bin dolara General Electric firmasına sattı. Morgan'ın lambaları demiryollarına benzer şekilde bir 'T' üzerinde kırmızı ve yeşil iki lambadan ibaretti. Çok geçmeden ikaz anlamında sarı lamba da ilave edildi ve uygulama bütün dünyaya süratle yayıldı. Aradan geçen yıllara rağmen sarı renk hala 'ikaz' anlamındadır ama günümüz sürücüleri onu 'geç' sinyali olarak algılıyorlar. Bitmiş piller neden çöpe atılmaz? Civa, kurşun, lityum, mangan, nikel, kobalt, kadmiyum gibi kimyasal maddeler pilin içinde bulunan maddelerden sadece bazılarıdır. Çöpe atıldığı taktirde bu maddeler toprağın yapısını kullanılamayacak kadar bozar. Suya karışan metaller ise suyun ekosisteminde büyük bir karışıklık meydana getirir. Ayrıca bu kimyasallar topraktan beslenen hayvanlara ya da direkt olarak sudan insanlara geçer ve çok çeşitli hastalıklara sebep olur. Kanser, böbrek ve karaciğer hastalıkları, merkezi sinir sistemi bozuklukları, nörobiyolojik bozukluklar bunlardan bazılarıdır. Küçük bir kalem pil, 4 metrekare toprağı kirletip bu toprağı üretim yapılamaz hale getirebilecek kadar kimyasal içerir. Mumyalar neden çürümez? Mumyalama işleminin sırrı kurutma sürecinde yatıyor. Bu da vücuttaki tüm nemli oluşumların atılması ve tamamen kuru bir hale getirilmesi demek oluyor. Bedenlerin çürümesinin nedeni, bakterilerin nemli ortamda gelişim gösterip yayılmalarından kaynaklanıyor. Ancak suyun olmadığı bir ortamda bakterinin de hayatta kalması imkansız. Mısırlılar, tüm organları çıkarıp, bedeni içten dışa tuzlu bir karışımla kaplıyorlardı. Aradan 40 gün geçtiğinde, tuzlama işlemi geriye kalan tüm nemi emmiş oluyordu. Elma yediğimizde neden acıkırız? Elma yediğimizde sanki hiçbir şey yememiş gibi hissederiz. Hatta açlığımızı bastırmak için yediysek hemen ardından daha fazla acıkıyoruz. Çünkü elmanın yüzde 85'i sudan, yüzde 12'si karbonhidrattan ibaret. Bu nedenle yediğimizde tokluk hissi yaratmaz. Ancak elma yemenin açlık hissine sebep olması, onun bir meyve olmasındankaynaklanıyor. Meyvelerde bulunan doğal şeker, yani früktoz beynin özellikle dikkat ve ödüllendirme mekanizmalarını etkileyerek bu birimlerde daha fazla nöral aktivite oluşmasını sağlar. Bunu şöyle de yorumlayabiliriz; beynimiz meyve yediğimizde ödül olarak bazı kimyasallar salgılıyor, dikkat seviyemizi artıyor. Araştırmacılar bu ödül mekanizmasını tekrar hareket geçirmek için açlık hissettiğimizi söylüyor. Çünkü früktoz beynin bazı mekanizmalarını harekete geçirirken çok önemli bir uyarıcıyı atlıyor. Örneğin insülin hormonunu uyarmayı başaramaz. İnsülin salgılanmadığında az önce bir şeyler yemiş gibi olmuyor, açlık hissetmeye devam ediyoruz. Bir kara deliğin içine nükleer bomba atsak ne olur? Karadelikler madde ve enerjiyi yutmalarıyla ünlü. Bunun için, sınırlarını belirleyen olay ufkuna yakalanmak yeterli. O noktadan sonra yutulmayı beklemeye gerek yok. Çünkü olay ufkuna giren her şey o anda kara deliğin kütlesine ekleniyor. Bir başka deyişle zaten yutulmuş olarak varsayılıyor. Bir karadeliğin içine giren her şey onun kütlesini artırmasını, böylece daha güçlü olmasını sağlar. İçine çok güçlü bir patlayıcı ya da nükleer bomba yollamak da bu nedenle biraz daha büyümesine sebep olur. Özetle bir karadeliği, içine atılan herhangi bir şeyle 'öldürmek' mümkün değil. Çikolata neden bu kadar lezzetli? Her yıl 7,2 milyon ton çikolata tüketiliyor. İçerdiği şeker nedeniyle sağlıksız olduğu söylense de kakao son derece güçlü bir antioksidan olan flavonoidlere sahip. Bu antioksidanların bazıları kandaki nitrik oksit oranını yükseltip damarları rahatlatıyor. Bu da kan dolaşımını sağlıklı seviyeye getirip kan basıncını düşürüyor. Aynı etken madde vücudun insulin duyarlılığını da dengeleyip kan şekerini kontrol altına aldığı için şeker hastalığı riskini düşürüyor. Ancak bunların gerçekleşmesi için yenilen çikolatanın flavonoidler açısından zengin olması gerek. Örneğin beyaz çikolata bunun için uygun değil çünkü kakao oranı çok düşük. Sütlü çikolata da çok fazla süt ve şeker içerdiği için kakaonun faydalarını sunamıyor. Acı çikolatadaysa kakao oranı çok yüksek. Dolayısıyla çikolatadan mahrum kalmadan tüm bu yararlı özelliklerini lehinize kullanmak istiyorsanız mutlaka kakao oranı yüksek olanı tercih etmeniz gerek. Çikolatanın keyif verici nitelikte bir lezzeti olmasını sağlayan şeyse yine kakaonun bizzat kendisi. Kakao içindeki teobromin adlı alkaloit ona müthiş kokusunu ve tadını veriyor. Anavatanı Güney Amerika'da ona bu nedenle Tanrıların Yiyeceği deniyor. Kulak şekli duyma kalitesini etkiler mi? Kulağın dış kısmı, yani kulak kepçesi bölümü, duyulan sesin gücünü artırmak ve yerini tespit edebilmek için bu şekilde gelişti. Örneğin yüzünüzü sabit bir noktadan yayılan sese doğru dönüp kafanızı hızlıca sağa sola çevirirseniz duyduğunuz sesin değiştiğini görebilirsiniz. O sırada beyniniz sesin geldiği yeri saptamaya çalışıyor, kulak kepçesi de duyulan sesin iniş çıkışındaki nüansları abartıyor. Herkesin kulak şekli farklı. Ama doğduğumuz andan itibaren seslerle iç içe olduğumuz için kulağımızın şekline enuygun ayarı kullanıyoruz. Bazı deneylerde insanlara yapay kulak takıldı ve sesin geldiği yeri tespit etmekte zorlandıkları görüldü. Ama bu durum sadece 6 hafta sürdü. Yeni kulaklarına uyum sağlamaya çalıştıkları dönemde bile seslerin kalitesinde herhangi bir düşüş yaşanmadı. Nasıl oluyor da aynı renklere bakıp her birimiz onları farklı algılıyabiliyoruz? Gözdeki koni hücreler dalga boyuna duyarlı bir ışık alıcısı gibi çalışıyor. Bu hücreler retinada, gözün hemen arkasında. İnsanların çoğunda üç tip koni hücre var. Bazılarımızdaysa sadece iki tip. İki tip koni hücresi olanların büyükçoğunluğu erkek. Çünkü bu sayıyı belirleyen gen cinsiyet kromozomlarında yer alıyor. Bir kısmımızdaysa tek tip koni hücre bulunuyor. İşte buna renk körlüğü denmekte. Son bir grup daha var. Çok nadir rastlanıyor olsa da dört tip koni hücreye sahip olan insanlar mevcut. Bu genelde kadınlarda rastlanan bir durum. Eğer dört tip koni hücreniz varsa kimsenin göremediği ara renkleri net bir şekilde algılayabilirsiniz. Ama gördüğünüz renklerin neye benzediğini ya da dünyanın size nasıl göründüğünü bilemiyoruz. Çünkü bunu açıklamaya çalışan insanlarda aktarımların hepsi öznel oluyor. Plüton'da olsaydık gün ışığı nasıl görünürdü? Plüton, Dünya ile kıyaslayacak olursak; Güneş'e 39 kat uzak. Ama Güneş ışınları 'ters kare kanunu' denilen bir kuralı izler. Örneğin Güneş'e iki kat uzak olsaydık, şimdikinin dörtte biri kadar ışık alıyor olurduk. Dört kat uzak olsaydık 16'da bir oranına düşerdi. Plüton'a oranla Güneş'e 39 kat daha yakın olduğumuz için üzerimize yansıyan ışınlar da 1.520 kat fazla. Yine de cüce gezegenin Güneş ışınlarından mahrum olduğunu sanmayın. Örneğin dolunayda 400 bin kat daha soluk bir Güneş görüyor gibiyiz. Öyleyse Güneş'in Plüton'dan nasıl göründüğünü anlamak için dolunaydan 264 kat parlak bir gökcismi hayal edebiliriz. Ve bu bizim tan ağarırken gördüğümüz ışığa eşdeğer. Dünya en fazla kaç tane insanı barındırabilir? İnsan nüfusu için bir limit var mı? Bazı bilim insanları dünyanın bu konuda bir limiti olduğunu düşünürken, diğerleri buna katılmıyor. Limit olduğunu söyleyenler, bunun 10 milyar insana karşılık geldiğini belirtiyor. Bunlardan biri Harvard Üniversitesi sosyobiyologlarından Edward Wilson. Wilson, gezegenimizin sunduğu kaynakları ne hızla tükettiğimizden yol çıkarak, dengenin bozulacağı bir nokta olacağını, onu aştığımızda dünyanın destekleyebileceği maksimum insan sayısına varmış olacağımızı söylüyor. Ancak 10 milyar sayısı, öncelikle besin kaynakları düşünülerek ortaya atılmış bir tahmin. Bazı bilim insanlarıysa gezegenimizin çok daha fazla insanı rahatlıkla besleyebilecek düzeyde olduğunu, böyle bir üst limit bulunmadığını ileri sürmekte. Yapılan hesaplar, 2100 yılına kadar insan nüfusunun 10 milyara ulaşacağını gösteriyor. Diğer taraftan Birleşmiş Milletler raporlarına göre aileler git gide küçülmekte. 230 ülkeden elde edilen veriler, günümüzde insanların önemli bir bölümünün çocuk sahibi olmak istemediğini gösterdi. Küresel üreme oranı bu şekilde azalarak devam ederse nüfusun kendini yenileme seviyesi de düşeceği için, insan nüfusunun bu yüzyılın sonunda 9 ila 10 milyar arasında sabitleneceği söyleniyor.