Koronavirüs gezmeye engel ama hayal kurmaya değil. Sabah Tatil yazarları dünyayı sarsan salgın sonrası nereye gitmek istediklerini yazdı İDİL DEMİREL ŞİMDİ PARİS'TE OLMAK VARDI Belki de geçen sene tam da bu zamanlar Cafe de Flore'da oturup sabah kahvesi içebildiğim, Fransız tasarımcı Simon Porte Jacquemus'ün kafesi Citron'da muhteşem limonlu tatlıdan yiyebildiğim ve Le Marais'den minik butiklerden alışveriş yapabildiğim için şu an en çok özlediğim yer Paris... Tam bir yıl önce bu zamanlar Paris'in sokaklarında dolaşmak çok doğal ve olağandı... Dünyada en çok gittiğim, dillerini konuşabildiğim için en rahat ettiğim yerlerden biriydi Paris... Şimdi en yakın gelecekte ne zaman Paris'i göreceğimi kestiremesem de bu süreç tamamlanır tamamlanmaz orada olmayı diliyorum. Fransız mutfağını özledim. Çok sağlıksız gelecek belki de okuyanlara ama sabah sert bir kahve ve sade bir kruvasan yiyerek güne başlamak ne güzel olurdu. Sonra da saatlerce sokaklarda yürümek, gördüğüm her kitapçıya girmek de muhteşem olurdu. Ve tabii ki Champs Elysee'deki en son açılan Galeries Lafayette'te dolaşmak, biraz alışveriş yapmak, son çıkan parfümleri tek tek koklamak. Akşam yemeğinde Michelin yıldızlı bir şefin restoranında yer ayırtabildiysem ne ala... Sonra minik sanat galerilerini saat sınırı olmadan tek tek gezmek, belki müzelerde dolaşmak, şehirde yapılan son sergileri öğrenip bir de onları ziyaret etmek... MEHMET BEDİROĞLU GEZMEK YASAK HAYAL KURMAK SERBEST 'Ooo karantina günlerinde iyi tasarruf yapılmış, belli ki kıyıya köşeye bir şeyler atılmış' yorumları, ithamları gelebilir. Ama endişeye mahal yok, öyle bir durum söz konusu değil, alım gücüm hâlâ benzer bir noktada. O halde neden izolasyon sonrası gidilecek bir destinasyon olarak kendime Santorini'yi belirledim? Açıklayayım… Malum upuzun bir süre evde vakit geçirince o yere göğe sığdıramadığımız büyüklükteki dünya da evren de sadece bir ev oluyor. Yeryüzümüz evin halılarından, gökyüzümüz ise tavandan ibaret bir hale geliyor. Çöp atmaya yahut kısa bir market alışverişine çıktığımızda ise 'gerçek' dünyayı görüp 'Vay be amma gelişmiş her yer, her şey ne kadar büyük, ağaçlar falan' gibi garip bir ruh haline giriyorsunuz. İşte ben bu günlerde yaşadığım o garip şaşırma halinin bir benzerini yaklaşık iki yıl önce aynı şekilde Santorini'de de yaşamıştım. Mavi çatılı ve beyaz cepheli evlerin arasında gezinirken deniz seviyesinden yaklaşık 300 metre yukarıya konumlanmış olan bu adaya bakıp 'Her yer manzaradan ibaret yahu' diyebilmiştim sadece… Çok romantik birisi değilimdir ama yolumu bir şekilde Santorini'ye düşürürsem Fira köyünde günbatımını izlemek önemli amaçlarımdan biri… Sonra da bir zamanlar bardağı 6 euro'ya satılan ama şimdi ne kadar olduğu meçhul cappucino'lardan içmeyi tasarlıyorum. Muhtemelen de durup durup bu esnada 'Vay be her şey ne kadar büyük, dağlara, denizlere bak, amma yüksekteyiz ha' falan diyebilirim… GÖKSAN GÖKTAŞ BENDEN SELAM SÖYLEYİN OLİMPOS'A 1990'ların sonu… 20'li yaşların başındayım. Aslında her şeyin başındayım. Gazetecilik mikrobunu afiyetle yutalı bir iki sene olmuş. Çocukken hayalini kurduğum mesleği, talihin muazzam kurgusuyla yine çalışmayı hayal ettiğim efsane bir dergide, Nokta'ta icra ediyorum. Henüz internet imkanlarıyla hızlanmış bir hayat yok… Mesai arkadaşlarımdan duyuyorum, 'Antalya'da Olimpos diye bir yer var. Ağaç evlerde kalıyorsun, yemyeşil bir vadinin ortasında. Yerli yabancı, dünyanın her yerinden sırt çantasını, kitabını, varsa gitarını kapan son hippi'ler gidip kalıyormuş' diye… Ben de bir merak hasıl oluyor ışık hızıyla. Serde müzisyenlik ve rock'çılık var. Eski hippi hikayeleriyle büyümüşüz. 'Başka bir tatil mümkün' ışığı çakıyor birden gencecik zihnimde. Özgürlük, müzik, sohbet… Vay ki vay! Kim tutar beni. Anında ekibi topluyoruz tabii. Ballandıra ballandıra anlatıyorum arkadaşlara. Dört beş kişi, çoğu müzisyen. Vın turizm Olimpos'ta buluyoruz kendimizi. Tabii 14 saatlik bir otobüs yolculuğuyla… Sonrası iyilik, güzellik. Konforlu olmayan ağaç evlerde, ruha konfor veren, öyle beş yıldızlı değil gökyüzünün bütün yıldızlarına selam çakan bir 10 gün… Orada tanıştığımız arkadaşlara gece yarılarına kadar müzik yapmalar, doğaçlama bir hayatın ilk provaları. Zeus Tapınağı'nın önünden geçerekten kumsala yürümeler. Hatta odayı da boş verip bazen bir battaniyeye sarınıp kumsalda yatmalar. Gençliğin muazzam rüyalarına dalmalar. İşte bugünlerde hep Olimpos'u düşünüyorum. Son yıllarda çok popüler olduğunu da biliyorum… Ama benim ilk göz ağrım işte… Bana bugünlerde yolculuk ve özgürlük düşü kurduran yer. Hele sağlıkla, huzurla şu günleri atlatalım, sana geliyorum Olimpos. OĞUZER YİĞİT AMSTERDAM'DA AÇIK HAVA VE YEŞİLE DOYMAK Günlük hayatımda köpek sahibi olduğum ve doğayı sevdiğim için genellikle boş vaktimi yeşil alanlarda ya da açık havada geçirmeyi tercih ediyorum. Bu sürecin sonunda sokakta olmayı, özgürce gezmeyi çok özledim. Bugüne kadar seyahat ettiğim ve kendimi sokakta en özgür hissettiğim şehir Amsterdam. Çok büyük olmamasına ve daha önce 3 kez gitmeme rağmen hep acaba bir şeyler kaçırıyor muyum hissini yaşatıyor bana. Bol bol fotoğraf çekme hissi uyanıyor içimde. İnsanlar günün her saatinde sokakta ve hayatın içinde bir yaşam sürdürüyor. Herkese göre çok fazla alternatif var. Amsterdam'ın benim için en cazip tarafı sokakta hayatın içinde sosyalleşme imkanı sunması. Hareketli sokakları, sahip olduğu yeşil alan miktarı olması beni tekrar oraya çağırıyor. BURCU ALDİNÇ İSVİÇRE KÖYLERİNE KOŞMAK İSTİYORUM Evde kaldığım bu günlerde metropoller, kalabalık şehirler, sosyal partiler değil de en çok doğa, yeşillik ve organik yemekler burnumda tütüyor. Örneğin kimileri çok sıkıcı bulsa da İsviçre'nin kırsallarını özledim... Kışın sükseli bir kayak kasabası olan ama baharda ve yaz aylarında sakinliğe bürünen köylerini... Gstaad'ı, Wengen'i, Lauterbrunnen'i, Leysin'i özledim. Chalelet'lerinde ya da yamaca kurulu otellerinde konaklayıp yeşilin 101 tonunda dolanmayı mesela... Araba kiralayıp köyler arasında yolculuk yapmayı da... Tarladan tabağa gelen inanılmaz lezzetli yemeklerini tatmayı... En çok da Villars'da yediğim tuna steak'i... Alp Dağları'nı yakından seyretmeyi, yerel eşyalar satan dükkanlarından süt sabunları almayı, patika yollarında yürümeyi, bisiklete binmeyi, nehirlerinde rafting yapmayı en çok da doğanın cömert davrandığı bu coğrafyadaki göllerde yüzmeyi özledim. OLKAN ÖZYURT Filippo amca, Bay Antonio Starita ne yapıyorsunuz? İtalya'nın koronavirüsle mücadelesiyle ilgili ne okusam, görsem, işitsem aklıma üç insan geliyor. Roma'daki sinema kitapları satan sahaf, Napoli'deki peynirci ve yine Napoli'de ünlü pizzacı Starita'nın Maradona hayranı şefi... Şu kara günler geçince yolumu yurt dışına düşürme fırsatım olsa, bu üç insanı görmek için Roma ve Napoli'ye gitmek isterdim... Yıllar önce İtalya'ya gittiğimde Roma'ya uçmuş, oradan trenle Napoli'ye geçmiştik sevdiceğimle. Roma'yı turlarken keşfetmiştim o sinema sahafını. Kitapların çoğu İtalyancaydı ama sinemanın dili evrenseldi. Uzun uzun kitapları incelediğimi görünce ne İngilizce ne İtalyanca Akdeniz diliyle başladık konuşmaya. İtalyan Yeni Gerçekçiliği akımının iflah olmaz bir savunucusuydu. Yılmaz Güney'in Umut filmini anlatmaya çalıştım bu akımın bizdeki etkilerini anlaması için. Güney'i de Yol'u da biliyordu ama Umut'u duymamıştı. Not aldı 'İzleyeceğim' dedi. İki kitap aldım, bir tane de o hediye etti. O zamanlar 45'lerindeydi sahaf. Ne adı kaldı aklımda ne de dükkanının adresi. Ama dükkan ve sahafın yüzü canlı kanlı gözümün önünde. Gidip onunla tekrar sinema muhabbeti etmek bir hayal işte şimdilerde... Napoli'de kaldığımız günler boyunca her sabah gidip taptaze mozzarella aldığım orta yaşlı peynirci Filippo Amca'yı da bir kez daha görmek isterim. Onunla da Akdeniz diliyle anlaşmıştık. Sabah saat 10'dan sonraya kalmamamı tavsiye etmişti. Uymuştum tavsiyesine. 45 yıllık bir dükkanı işletiyordu. Mozzarellanın alameti farikasını ondan öğrendim. Her gün uğruyordum. Önce bana esspresso ikram ediyor, sonra 15 dakika muhabbet ediyorduk. Torunu 'Bir gün siz nasıl anlaşıyorsunuz' diye sordu. Kalbimi gösterdim... Şimdi ne yapıyorsun Filippo Amca? Ya tarihi pizzacı Starita'nın Maradona tutkunu şefi. Materdei Caddesi'ndeki pizzacı zaten meşhur. Çeşit çeşit pizzalarının tadı hala aklımda. Sophia Loren'in Napoli Hikayeleri filmi orada çekildiği için tav olmuştum. Ama sonra Maradona'nın en has müşterileri olduğunu öğrenince iyice ısındım. Hesabı öderken Maradona demem yetti muhabbeti başlatmaya. Adının Antonio Starita olduğunu öğrendiğim pek meşhur şef, adeta maç sunar gibi konuşuyordu. Sonra anladım gerçekten maçı anlattığını. Maradona Napoli'de oynarken gittiği maçı anlatıyormuş. O maç sonrası Maradona dükkanına gelmiş. Ve duvarda asılı duran fotoğrafı o gün çekmişler... Sonrası indirim yaptı hesaptan... Dedim kendi kendime 'Maradona şut ve gol' İşte bir insan çıkıyor karşınıza bir şehri hafızanıza kazıyor yapıp ettikleriyle, muhabbetiyle... İnsandan insana tekrar güçlü bağların kurulduğu şu günlerde, ben de İtalyanlarımı merak ediyorum işte... Selam olsun size ve sağlığınıza dikkat edin lütfen. BÜLENT CANKURT İLK HEDEFİMİZ PRAG Bu yaz, okullar kapandıktan sonra eşim ve kızlarımla birlikte Prag'a gitmeyi planlamıştık. Ayrıca yıllar önce eşimle birlikte evlilik yıldönümümüzde bir Prag programı yapmış ama iş güç yüzünden son anda iptal etmek zorunda kalmıştık. Dolayısıyla hayat normale döndüğünde ilk tatil destinasyonumuz Prag olacak. Çek Cumhuriyeti'nin başkenti olan Prag'da, kültürel ve sosyal yaşamın merkezi olan Wenceslas Meydanı, Antonin Dvorak ve Mucha Müzeleri, Prag Şatosu, Loreto Kilisesi, Schwarzenberg Searayı, Veba Heykeli, Astronomi Saati ve tahta oyuncak, seramik ve porselen hediyelik eşyaları satın alabileceğimiz Stare Mesto açık hava pazarı mutlaka görmemiz gereken yerler listemizi oluşturuyor. Tabii meşhur kukla tiyatro gösterilerini izlemeyi de ihmal etmeyeceğiz. Bütün bu saydığım yerleri yürüyerek gezeceğiz. Çünkü Prag yürüyerek gezilebilecek bir şehirmiş ve şehrin tarihi ve turistik yerlerinin hemen hepsi şehir merkezinde yer alıyormuş. Charles (VI. Karl) Köprüsü'ne ise özel bir zaman ayıracağız. Çünkü 13. yüzyılda yapılan 520 metrelik bu köprü, şehrin simgeleri arasında bulunuyor. Daha ziyade şövalye turnuvaları için işlevsel bir yapı oluşturma amacı ile yapılan köprü üzerinde 75 adet heykel bulunuyormuş. Prag'ı adeta ortadan ikiye bölen Vltava Nehri'nde düzenlenen tekne turlarına katılmayı da planlıyoruz. SONAT BAHAR DENİZİN KOKUSU VE DALGA SESİ İÇİN KEFALONYA Bu, yorucu ama bir o kadar da insanın kendini anlamasına olanak tanıyan günler sona erdiğinde, en büyük hayalim deniz kokusu ve sesini yakından duymak. Gözümü kapattığımda ve yeterince konsantre olduğumda o kokuyu evimin salonundan hissedecek, sesi duyacak gibi oluyorum. Belki de bu yüzden, geçen yaz tatil için gittiğim Kefalonya aklımdan çıkmıyor, diyorum ki içimden, 'Tüm dünya kurtulsun bu beladan ve soluğu orada alayım.' Yunanistan'ın en güzel adalarından biri olan Kefalonya'da ilk gideceğim yer, kesinlikle Asos. Tatlı, huzurlu, küçücük… Renkli evleri, dar sokakları, küçücük bir koya saklanmış harika manzarasıyla küçük bir İtalyan kasabasını andırıyor Asos. Denizin üstündeymiş hissi veren restoranlarından birinde oturup, tüm günü bu manzaraya bakarak ve hayaller kurarak geçireceğim günü. Sonra adanın bir başka güzelliğine doğru yola çıkarım. Mrytos Beach'e… Burası adanın simgesi. İniş çıkışları olan bir güzel Mrytos Beach. Eğer kızgınsa bol dalgalı, keyfi yerindeyse adeta bir çarşaf gibi olan haline rastlamanız mümkün. Ben ikisini de yaşadım. Hangisi güzeldi derseniz, inanın ayırt edemem. Birini her huyuyla sevmek gibi açıklayayım durumu; sakinken huzuru, insan boyunu aşan boyutta dalgalıyken coşkuyu yaşarsınız orada. Bu kez dalgalı halini izlemek ve tadına varmak için gideceğim oraya. Belki yaşadığımız günlerin kavgasını ederiz bu güzel denizle… MELTEM FIRATLI MÜZİK BENİ ÇAĞIRIYOR Evde geçirdiğimiz şu günlerde en çok konserleri ve festivalleri özledim. Yüzlerce, binlerce kişiyle birlikte müzik dinlemeyi... Bu yüzden salgın tehlikesi geçer geçmez Barselona'ya uçak biletimi alacağım. Bu yıl 18-20 Haziran'da yapılması planlanan Sonar Barcelona'ya gidebilirim. Ya da 26-30 Ağustos'a ertelenen Primavera Sound festivaline... Katalonya'nın merkezi Barselona sadece müzik etkinlikleri ile değil, cıvıl cıvıl bir şehir olmasıyla da beni etkiliyor. Sanat ve tarihle yoğrulmuş sokaklarında gezmekten hiç sıkılmıyorsunuz. Ünlü mimar Gaudi'nin eserlerini incelemek şehri her ziyaretimde bana büyük keyif veriyor. El Born, favori semtim. Özellikle sıcak havalarda kafelerden dışarıya taşan kalabalıkta her milleten insanı görmek mümkün. Kalabalıktan bunaldığımda ise kendimi plaja atıyorum. Denize girip biraz güneşlenmek iyi geliyor. Barselona'da yemek yemek de başlı başına bir keyif. Aceleye getirilmiyor, çoğunlukla tapaslarla donatılan masalarda saatler ilerledikçe sohbet de koyulaşıyor. El Born'daki Bormuth tapaslarını sevdiğim yerlerin başında geliyor. Kentin ünlü caddesi La Boqueria da bir şeyler atıştırmak için ideal. Pazarda, hem sebze meyve, deniz mahsulleri ve şarküteri satışı yapılıyor hem de hemen orada pişirilen yöresel lezzetler tadılabiliyor.