Ünlü oyuncu Selda Özbek Orpak, Sabah Günaydın YouTube kanalında "Biyografi'k" programının yeni bölüm konuğu oldu. Tiyatroya ara veren ve son olarak dijital bir platforma 10 bölümlük bir dizi çeken Özbek; çocukluğuna, gençliğine ve sanat hayatına dair Yasemin Döngel'e çarpıcı açıklamalarda bulundu. Şimdilerde gençlerin çoğunun oyuncu olmak istemesine sitem eden oyuncu, "Şu anki gençlerin 3'te 2'si oyuncu olmak istiyor. İstemeyin. Bu meslek paranın ünün kapısı değil" sözleriyle oldukça ses getirdi. İşte röportajın tüm detayları...
-Nasılsınız, neler yapıyorsunuz?
İyiyim teşekkür ederim. Bir dijital kanala 10 bölümlük bir diziyi daha yeni bitirdim. Onun dışında görüşmeler devam ediyor. Bu sene tiyatroya ara verdim çünkü bu yoğunlukta her şeye birden yetişmek biraz zor olduğu için ona ara verdim. Onun dışında çoluk çocuk, ev, yaşam, hayat devam ediyor.
ÇOK ÇEKİNGEN BİR ÇOCUKTUM, KENDİ SES TONUMU BİLE HATIRLAMIYORUM
-Çocukluğunuzdan başlayalım… İzmir'de doğup büyüdüğünüz bir çocukluk/gençlik dönemi. Nasıl bir çocuktunuz, nasıl bir çocukluk geçirdiniz?
İzmir'de doğdum büyüdüm. Babamı çok erken yaşta kaybettim. Bir ağabeyim var. İşte bir annem bir ağabeyim biz çok küçük bir aileydik yani. İzmir'den ben 18 yaşında üniversiteyi kazanınca ayrıldım. Aslında lisede falan çok çok çekingen bir çocuktum. Yani çok içime kapanıktım, kendi ses tonumu bile hatırlayamıyorum. Böyle bir şey sorduklarında "Hı hı" falan derdim "Evet" yerine bile yani. Çok içine kapanık çok çekingen bir çocuktum her zaman. Öyle bir çocuk nasıl oyuncu olmaya karar verdi diye bir şey geliyor ondan sonra. Geçenlerde Yeşilçam ustalarımızdan birinin bir lafını duydum, "Ne kadar güzel ya bu, sanki benim için de söylüyor bunu" dedim. Demişti ki, "Oyunculuk utangaç insanların çığlığıdır." Ve aldım kabul ettim bu lafı ben. Bir dönüşüm geçirmişim ben ve oyunculuk da bana bu konuda acayip yardım etmiş. Şimdi geriye dönüp baktığımda öyle görüyorum.
HER ŞEYİ GÖZE ALDIM VE O OKULU BIRAKTIM
-Oyuncu olmaya karar verdiğiniz anı hatırlıyor musunuz peki? Ne oldu da "Oyuncu olmalıyım" dediniz?
Aslında benim ilk üniversitemden Halk Eğitim Merkezi'ne gitmiştim Antalya'da. Orada çok amatör olarak bir oyun sahneledik biz. O zamanın seyircisi de bambaşkaydı böyle kapı baca yıkılıyordu bir amatör tiyatro için yani. Sonra o sahneyi çok sevdim ben, o okulu bıraktım. "Yok, ben oyuncu olmak istiyorum" dedim. Yani her şeyi göze aldım, o okulu bıraktım, sadece sınava hazırlandım, ondan sonra da işte gittim kazandım ve oldu.
-Bıraktığınız bölüm makine ressamlığıydı değil mi?
Evet.
GİTTİĞİMDE ORAYI BİTİREMEYECEĞİMİ ANLAMIŞTIM
-Hiç pişman oldunuz mu bıraktığınıza?
Hiç pişman olmadım. Lisedeyken hiç üniversite bilincim yokmuş benim. Makine ressamlığı seçerken hiç araştırmamışım. Ben gideceğim bir takım resimler yapacağım falan zannediyorum. Daha okula başladığımız ilk gün iş kıyafetlerini giydirdiler üstüme. Bakıyorum hepsi teknik liselerden gelmişler, T cetvelleri falan acayip kullanıyorlar, ben T cetvelini hayatımda ilk defa görüyorum. Tabii üniversiteyi kazandım diye genç kız havalarındayım ama üstümüzde iş kıyafeti, hocalarımız bize birer kaynak makinesi verdiler, elimde kaynak makinesi kaynak yapmaya çalışıyorum. Yani hiç benlik bir şey değildi zaten. Zaten okula gittiğimde orayı bitiremeyeceğimi anlamıştım.
5 KERE DAHA DÜNYAYA GELSEM YİNE OYUNCU OLURDUM
-O zaman "İyi ki oyuncu oldum" diyorsunuz şu anda…
Tabii tabii. Hatta şöyle söyleyeyim; 5 kere daha dünyaya gelsem yine oyuncu olurum yani.
İZMİRLİYİM AMA KENDİMİ İZMİRLİ GİBİ HİSSETMİYORUM
-Oyunculuğa dair her şeyi konuşacağız, öncesinde biraz daha çocukluk ve gençlik yıllarınızı da dinlemek istiyorum… Nasıl bir çocuk, nasıl bir genç oldu Selda?
Sokak çocuklarıydık biz, şanslı çocuklardık. Şimdiki gibi evlere kapanıp elimizde telefonlar tabletler yoktu yani. Ve ister istemez, zorla sosyalleşiyordun mecburen. Yoksa başka bir çaren yoktu çünkü. Çocukluğum da dediğim gibi babamı erken kaybetmemden dolayı biraz dedem ve anneannemlerin yanında kaldık. Sonra işte ben üniversiteyi kazandım gittim. İzmir'i İzmirli gibi yaşayamadım ben aslında. Biraz tabii o zaman kız çocuğuyum, babasız kalmışım; dayılarım, ağabeyim, şunlar bunlar, "Aman kız çocuğu, aman koruma altında olsun bilmem ne hiçbir şeye izin vermediler. İzmirli arkadaşlarım bana derler ki "İzmir'de Kordon'da bilmem ne var biliyor musun?", bilmiyorum! Çünkü beni hiçbir yere göndermezlerdi. Hiçbir şey yaptırtmazlardı. Onlar da kendi korkularından biraz fazla korumacı davrandılar herhalde. O yüzden İzmirliyim ama çok İzmirli gibi hissetmiyorum kendimi. Daha çok İstanbullu gibi hissediyorum. Konservatuvardan mezun oldum Eskişehir'den geldim ve o dönemden beri hep İstanbul'daydım. Ama İstanbul dışında olduğum zaman ben burayı çok özlüyorum. Trafiği şunu bunu var evet ama İstanbul çok güzel bir şehir. İzmir de çok güzel bir şehir ama git orada yaşa deseler, ailem orada olmasına rağmen istemem yani.
-Babasız bir kız çocuğu olmanın nasıl zorluklarını yaşadınız?
Her zaman bir okul önceliği vardı ailemin. Çoğu kız çocuğu gibi ben baba aşığı bir kızdım. Annem hep ikinci plandaydı. Babam öldükten sonra tabii annemle daha yakın olduk. Hatta şöyle söylüyorum bazen, "Annemi bundan öncesinde ben pek tanımıyormuşum." Yani onunla daha yakınlaşma fırsatımız oldu. Onun dışında dediğim gibi biraz korumacı bir ortamda büyüdüğüm için; okul, ev, bir takım sosyalleşme çabaları işte yok folklor yaptım yok hentbol takımına girdim çıktım, yok işte resim sergilerine katıldım. Resimler yaptım o zaman çok severdim resim yapmayı. Yani öyle aslında normal sıradan bir çocukluk yaşadım. Belki de hani babasız büyümüş olmak o lisedeki o kadar çekingen, tutuk, kendi sesinden korkan bir kız olmamın sebebi belki babasız kalmanın bir etkisidir bilmiyorum. Yani güvencesiz mi hissettim kendimi, bunu yorumlamak şu anda çok zor tabii.
BANA BİR YAPIŞTIRDI, YUVARLANARAK SEYİRCİLERİN ARASINA DÜŞTÜM!
-Tiyatroyla, "Kör Dövüşü" oyunuyla oyunculuğa başlıyorsunuz… Nasıl bir deneyimdi?
En unutulmaz anılardan o, ilk oyunum benim. Amatör insanlarla çalışıyorduk, ben de zaten amatördüm. Halk Eğitim Merkezi'ne gidiyorduk ama dünya tatlısı, tiyatro aşığı bir hocamız vardı. İşten çıkıp geliyordu insanlar o zamanlar, çalışanlar falan vardı. Bankada çalışıyor mesela saat 19'dan sonra geliyor. Hatta dekoru herkes evinden bir şey getirdi öyle oluşturduk. Ben orada evin gelinini oynamıştım. Hiç unutmuyorum, kocamı oynayan Tahir rolündeki arkadaşım bana bir sahnede tokat atıyor. Ben de o kadar heyecanlıyım ki, hani gerçekçi olsun seyirci inansın diye "Sen bana gerçekten vur, yalandan olmasın" dedim. Çünkü gerçekten ağır bir dram var orada, yalancıktan bir tokat ile geçiştirelim istemedim. O da "Tamam" dedi. Bana yaradana sığınıp bir yapıştırdı, ben yuvarlanarak seyircilerin arasında düştüm. Ama seyirci de o kadar büyük katarsis yaşıyor ki… Seyirci beni kaldırdı sahneye, adamı benim kocamı dövmeye gidiyorlar yani öyle söyleyeyim. "Gencecik kız bu hiç mi utanmıyorsun? Onun haberi mi vardı annesi yapmış da bilmem ne de" hani rolün şeyini savunuyorlar anlatabiliyor muyum? Baya böyle tartışma oldu yani. Seyirci de onu ciddiye alıp damadı azarlıyorlar "Nasıl vuruyorsun sen karına?" falan diye yani. Onu hiç unutmam. Evet, 5 parmağın izi kalmıştı ama o iz bakın bu günlere kadar gelmiş yani. Çok güzel bir anıydı benim için.
O 1,5 YIL BÜNYESEL TRAVMA YARATTI
-Sonrasında kapı kapıyı mı açtı?
Sonra işte sınavları araştırdım ben. Eskişehir'deki sınavların olduğunu duydum. Sonra işte bir arkadaşımla beraber gittik ve oranın sınavlarına girdim ve ilk girdiğim yer orasıydı zaten, orayı da kazandım. Yani oradan oraya bir geçiş yapmış oldum. Tabii Antalya'nın sıcağından Eskişehir'in soğuğuna geçmek yaklaşık 1-1,5 senelik bir bünyesel travma yarattı bende. Yani İzmirliyim, Antalya'da okumuşum orada bir sene, sonra oradan o ılıman iklimden birden bire kara kışa geliyorsunuz… O ilk sene gerçekten çok zor geçmişti.
-Hastalık senesi…
Evet. Bir de tabii öğrenci evi o zaman. Evler doğru düzgün ısınmıyor. Sözüm ona kaloriferli ev ama doğru düzgün ısınmıyor, Eskişehir de nasıl soğuk. Baya evin içinde kalorifere yaslanıp, montumu giyip, kafama da şapkayı takıp böyle oturuyordum. Eldiven de ellerimde. Kitap okumam gerekiyor tabii; eldivenimi çıkarıyorum, sayfayı çeviriyorum, tekrar takıyorum. Öyle okuduk yani. Zor ama tatlı günlerdi hepsi güzel anılar oldu yani.
-İlk profesyonel işiniz nasıl oldu?
Ben konservatuvardan mezun oldum, Devlet Tiyatrosu'na girmek istemedim. Sınavlarına da girmedim. Yani özel tiyatrolarda şansımı denemek istedim. İstanbul'a geldim, buradan bir sürü hocamız vardı tabii işte Müşfik Kenter'i, Ali Taygun'u, Ergin Orbey şu bu falan. Gelir gelmez burada çok sevdiğim hocam rahmetli Ali Taygun'a gittim. "Hocam ben geldim, ne yapacağım şimdi burada?" dedim. O zaman da bir arkadaşımın yanında kalıyorum, yapamazsam döneceğim. Ali Taygun dedi ki, "Dur ben seni bir arkadaşıma göndereceğim." Gittiğim isim Mahinur Ergun. Yönetmenlik yapacak, Çağan Irmak asistan, Çılgın Badiler diye Polis Akademisi'nin çakması bir iş yapılacak. Şimdi kadro süper ama senaryoda bazı eksikler olduğu için o iş 6. bölümde kaldırıldı. Ama ben tabii onları tanıma fırsatı buldum. Ve o işte Ali Uyandıran ve Aykut Oray vardı. Sonra Ali Uyandıran bir gün dedi ki Aykut ağabeye, "Umur Bugay sana sevgili yazacaktı, Selda olmaz mı?" Aykut ağabey baktı, "OIur, niye olmasın, ben Umur'u arayayım bir onunla görüşsün" dedi. Sonra ben Umur Bugay ile görüştüm. Umur Bugay da tamam deyince "Bizimkiler" dizisine başlamış oldum.
O GÜNLERİN KIYMETİNİ BİLEMEMİŞİM
-1900'lü yıllara tanıklık edenlerin hafızasına kazınan en önemli proje "Bizimkiler" olsa gerek… İlk profesyonel işiniz tam anlamıyla Bizimkiler oldu o zaman?
Evet, aynen o oldu. Ve şimdi geri dönüp baktığımda hiç yaşarken o günlerin kıymetini bilememişim gibi hissediyorum. Çalıştığım insanların, o anların… Hep böyle anı yaşayın derler ya, keşke o anların kıymetini bilerek yaşasaydım biraz diye düşünüyorum. Çünkü düşündüğümde çok uzun soluklu bir işti tabii ve hepsinin ayrı ayrı (tabii bazıları çok daha özel bir yerde olmak üzere) kalbimde çok önemli yerleri var. Ve hepsini ailemden biri gibi gerçekten özlüyorum. Hakikaten de uzun soluklu işlerde aile gibi oluyorsunuz. Hep çalışırken derler ya, 10 bölüm çekilmiş "Aile gibi olduk" yok öyle bir şey, ama evet çok uzun süren işlerde hakikaten öyle oluyorsun. Artık çünkü huyunu suyunu biliyorsun; neye kızar neye kızmaz, bir kaşı düştüyse ne demek istiyor filan. Bakışından anlarsınız ya, iyi tanıdığınız insanların ne demek istediğini artık biz o sette öyleydik. O yüzden iyi ki olmuş o iş, iyi ki içlerinde olmuşum, birçok şey öğrenmişim. En gençlerinden biriydim çünkü ben o zaman. Ne diyeyim, Allah rahmet eylesin gidenlere. Hepsini özlüyorum.
-15 sezon yayınlanmış ve en çok sezona sahip olan ikinci Türk dizisiymiş "Bizimkiler". 459 bölüm sürmüş, dile kolay. Bu başarının sırrı neydi?
Bir kere Umur Bugay'ın kalemi. Yani senaryo her şeydir bence. O kadar çok aile kendinden bir şey bulabiliyordu ki orada. Çünkü düşünün, bir dizide 55 oyuncu var, 55 oyuncuya her hafta bir sahne yazıyorsunuz. Bu 55 oyuncu Türkiye'deki bir sürü insana hitap ediyor. Herkesin kendine yakın bulduğu, bir yakınına benzettiği birisi vardı orada. Ve hep gündemle beraber yürüyordu. Çok büyük aşklar yoktu, mafya yoktu… İşte komşumuz Ayşe Hanım gibi, üst kattaki Mehmet Amca gibi. Yani bu hep etrafımızda olan insanlardı. İşin sırrı da buydu zaten bence.
-Artık bu tarz aile işleri kalmadı dediğiniz gibi. Televizyondaki son dönem işleri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Zaman çok önemli bir şey. Teknoloji çok önemli bir şey. Her şey zamanında güzel. Tekrar yapın bakalım Bizimkiler'i tutar mı? Tutmaz. O, o zaman güzeldi. Çünkü o zamanın değerlerini anlatıyordu. Şu an öyle bir şeyin yapılabileceğini çok düşünmüyorum ben. Moda gibi birazcık da. Hani televizyonda da bir moda silsilesi vardır ya; bir yarışma programları gider, bir böyle çok büyük mafya dizileri gider, bir böyle büyük aşklar, bir komedi dizileri, ya da sitcom modası çıkar. Yani televizyonda da bir moda var ve o modaya yönelik gidiyor. Biz üstümüze başımıza da 20 yılda bir dönüyoruz ya başa, onun gibi televizyonlarda da bu var. Ama şöyle bir şey var ki; teknolojiyle beraber çok fazla şey değişti. Çok güzel işler yapılıyor, evet. Yapılan, çok beğendiğim işler de oluyor. Çok iyi yazarlarımız da var. Sadece bu kadar olanaklara sahipken neden hala iyi bir bilim kurgu çekemediğimizi düşünüyorum. Neden çekemiyoruz yani? Neden hala mesela korku filmleri sadece cinli kasabalar, hortlaklar falan oluyor. Bu konuda hani yazılıyor da çekilmiyor mu merak ediyorum. Çünkü teknoloji al, getiriyorsun burada da var. Neden yapılamıyor mesela bunu ben de merak ediyorum.
-Bir döneme damga vuran, ekranlarda hala dönen "Selena" dizisine de değinmeden geçmeyelim… Kötü bir karakterdi 'Aslı yenge', nasıldı kötü birini canlandırmak, nasıl tepkiler alıyordunuz?
Ya aslında Aslı kötüydü falan ama çok sevimli bir kötüydü. Yani ben de çok severek oynadım. Gerçekten çok severek oynadım. Okul çekimlerini bir kolejde yapıyorduk, bir tane küçük bir çocuk geldi. Böyle baktı bana, gözlerinin içi gülüyor ama böyle, "Biliyor musunuz, ben sizi hiç sevmiyorum" dedi. Ama böyle bakışlarından sevgi fışkırıyor. O hiç sevmiyorum diyen çocuk sonra geliyor sarılıyor bana. İşte genel olarak aslında tepki buydu. Sevilmeyen ama sevilen, sevimli kötü.
-Sosyal medyada çok ilginç tespitler yapıyorlar, şöyle bir şey okumuştum yorumunuzu merak ediyorum; "Yıllarca bize aslı yenge ve kıvılcım'ın kızları yetim diye sevmediğini düşündürttüler ama hades leyla'yı sihirle daha acımasız ve cool bir kız yaptığında kıvılcım da aslı yenge de hemen sahiplenmişti çünkü onlar yetimliğe değil ezikliğe karşılardı."
Çok güzelmiş (gülüyor). Evet, arada bana da gönderiyorlar böyle şeyleri çok gülüyorum ya.
-Ekranlarda hala dönüyor olması da çok büyük bir keyif pek çok insan için…
Tabii ki benim için çok güzel bir şey hala izleniyor olması ama demek ki bu kadar çocuğun seyredeceği başka bir şey yok, yapılan bir şey yok demek ki. Hala 16-17 yıl önceki iş izleniyorsa demek ki burada gerçekten bir açık var yani. Yapılmıyor demek ki doğru düzgün çocuklar için bir şey. Bu da mesela neden yapılmaz bilmiyorum. Çok sorularım var benim (gülüyor).
TEKRAR KARI-KOCAYI OYNAMAK PEK DE İYİ FİKİR DEĞİLMİŞ
-Hakan Altıner ile partnerdiniz; tiyatroda da birlikte çalıştınız yıllarca, keza dizide de birlikteydiniz. Nasıldı kendisiyle partner olmak?
Evet. Aslında o diziden önce, benim İstanbul'a geldikten sonra ilk profesyonel oyunumun yönetmenidir. İlk orada tanışmıştık. Sonra Selena'da bir araya geldik, karı-koca oynadık. Çok saygı duyduğum ve çok sevdiğim biridir Hakan Bey. Tabii hala özel olarak da görüşürüz ederiz. Tiyatroda da birlikteliğimiz devam etti, bir sürü oyunda beraber oynadık. Bundan sonra da oynarız. Sonra hatta başka bir dizide yine karı-koca oynadık biz onunla, başka bir yerde denk geldi. Ama şöyle bir şey var; hep bizi Aslı ile Ekrem olarak biliyorlar ya, o dizide karı-koca oynanırken herkes bize "A Aslı ile Ekrem geldi" diyorlardı. O yüzden aslında pek de iyi bir fikir değilmiş karı-kocayı oynamak diye düşünmüştüm.
-Tekrara düşmek bir oyuncu için dediğiniz gibi can sıkıcı olsa da son dönemde setteki kavgaları tartışmaları duyduktan sonra partneriyle keyif alarak oynamak ayrı bir zevklidir ama diye düşündüm…
Tabii. Ay sette böyle güzel güzel dedikodu yapacak bir arkadaşının olması çok güzel (gülüyor). Karavanda oturuyorsunuz o kadar saat yani birilerinin dedikodusunu yapmadan geçer mi zaman? Şaka tabii ki yani, hep tiyatro konuşuruz biz (gülüyor).
YAHŞİ CAZİBE'DEN PEKER (AÇIKALIN) AYRILDI DİYE AYRILDIM
-Bir de Yahşi Cazibe'ye değineceğim. Bu iş de hala ekranlarda dönüyor, sosyal medyada sık sık gündem oluyor. Sizin için nasıl bir tecrübeydi?
Eğlenceliydi. Ya zaten bu tip işlerde kendin eğlenmezsen karşındaki asla eğlenmez. Önce kendin eğleneceksin, sonra karşındaki. Şeye benzer bu ya; hani birisi durduk yere kahkaha atar, yanındaki de atmaya başlar ya sebepsiz yere, yani bu bulaşıcıdır. Eğer orada sen mutlu değilsen bu zaten yüzüne de yansıyor, gözünün içine göz bebeğine yansıyor. O zaman da zaten güldüremezsin kendin gülmezsen yani. Çok keyifli bir işti. 35. bölümde Peker Açıkalın ile biz ayrıldık. Yapım şirketinin Peker ile bir takım problemleri olmuştu. Peker diziden ayrılınca Gani Müjde ile de konuştuk, dedim ki "Peker gitti, bu aile gitmiş olsun, ben de ayrılayım." Çünkü bir aile olarak vardık orada. Bizim işimizin komedisi aile olunca çıkıyordu. Tek başıma kalınca nasıl gidecek emin olamadım. Çünkü Peker ile iyi bir ikili olmuştuk biz orada ve sahnelerimizin çoğu doğaçlamaydı. Konuyu veriyorlardı bize; şu olacak, şöyle olacak. Biz iyi kötü böyle sahnenin ne olması gerektiğini kavrayıp ondan sonra Peker ile doğaçlama oynuyorduk mesela. En güzel tarafı o zaten. Yani bayılıyorum doğaçlamaya.
-Yahşi Cazibe seti sıkıntılı bir set miydi? Aslıhan (Gürbüz) Hanım sıkıntılı ayrıldı bilindiği üzere, Peker Bey de sıkıntılı ayrılmış…
Aslıhan ayrıldığında ben zaten yoktum, ayrılmıştım diziden. Peker evet biraz sıkıntılı ayrılmıştı ama sonradan onlar işi tatlıya bağladılar ve o sıkıntı kalktı ortadan ama tabii biz diziden ayrılmış olduk o zaman. Tekrar bir geri dönüş yapılmadı yani. Onların ne yaşadığına dair de çok bir fikrim yok açıkçası.
AYRILDIĞIMA EN ÇOK ÜZÜLDÜĞÜM İŞTİ
-Genel olarak set huzursuz bir set miydi onu merak ettim.
Yok, değildi. Hiç değildi hem de. Çok keyifliydi yani. Koşa koşa giderdim sete öyle söyleyeyim. Ayrılmayı o zaman evet kendim istemiştim Gani Müjde ile de konuşup ama ayrıldıktan sonra da inanılmaz üzülmüştüm. Belki de hani bittiğine en çok üzüldüğüm işlerden bir tanesi olabilir yani. İlki olabilir belki de.
-Son olarak diziyle ilgili şunu soracağım; dizinin sonunun herkesi şoke eden bir sonla bitmesi sizleri de seyirci gibi üzdü mü?
Ya işte şey diyelim, ters köşe diyelim ya. Yapılır mı, yapılıyor filmlerde falan da. İlla her şeyin böyle mutlu sonla bitmesi gerekmiyor ki yani öyle değil mi? Hayat da öyle değil zaten.
OYUNCU DEDİĞİN HER ŞEYİ OYNAR
-Oynamam/oynayamam dediğiniz herhangi bir karakter var mı? Bana yakışmaz, üzerime oturmaz dediğiniz de olabilir. Son dönemdeki "Benden köylü kadını çıkmaz" veya "Fakir birine oynamaya tipim müsaade etmez" yorumlarına istinaden soruyorum.
15 yaşındaki bir kız rolü gelirse tabii ki oynayamam yani. Hani oyuncu her şeyi oynar tamam da ciddi bir plastik makyaj gerekir o zaman da (gülüyor). Yoksa oynarım. Onun dışında oyuncunun her şeyi oynayabileceğini düşünüyorum ben. Öyle hani o tip yorumları da bilmiyorum kim yaptı ama herkesin kendi bakış açısıdır tabii. Beni ilgilendirmez. Bana göre oyuncu içine sinen karakteri oynayabilir ama hiç içine sinmeyen bir karakteri tipine çok uygun bile olsa oynayamayabilir yani.
Mesela text diyelim ki geldi, benim ilk düşündüğüm şey oynayacağım bu rolle empati yapabilir miyim, yapamaz mıyım? Empatiyi yapamayacak olursan orada sıkıntı var. Yani eğer oynadığın kadını anlayabileceksen, onun haklı sebeplerini bulabileceksen, kötü de olsa seri katil de olsa ne olursa olsun, onu anlayabileceksen, ona hak verebileceksen oynarsın. Ve o zaman yaşatırsın da. Bunun tiple şununla bununla alakası yok.
-Geçmiş dönem ile şimdiyi kıyaslayınca kazançlar konusunda neler söyleyebilirsiniz? Yani baktığımız zaman sanat dünyasında şu anda kazanç konusunda inanılmaz bir uçurum var… Aynı sette milyonlar kazanan oyuncular da var, çok daha azını alanlar da. Ne düşünüyorsunuz bu konuyla ilgili?
Dünyanın her tarafında her sektörde zaten adaletsizlikler olabiliyor. Bence dünyanın her yerinde böyle zaten. Yani alan razı, veren razıysa, sen de oradaki bir rolü kabul edip o paraya razı olduysan artık bunun ötesinde konuşmayacaksın. O zaman kabul etmeyeceksin. Şu ana kadar ne tiyatroda ne bir sette kimin ne para aldığını hiç bilmem, hiç sormam, hiç ilgilenmem. Benim aldığım para beni ilgilendirir, dolayısıyla kim ne alıyorsa alsın. Bana yeterliyse, ben tamam dediysem gerisinden bana ne. Başrol oyuncunun parasını ben vermiyorum ki cebimden. Yapımcı istemiş veriyor, bana ne. Yani herkes kendinden sorumlu. Eğer mutlu değilsen bundan oynamazsın. Evet, bu dengesizlikler var ama dünyanın her yerinde var. Her sektörde var. Sadece bu sektör için söyleyemeyiz ki onu. Öyle değil mi?
-Oyuncu olmak için tiyatro tozu yutmak şart mı sizce? Yeni nesil oyunculuklar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bence böyle bir şart yok. Çünkü artık tiyatro tozu yutmayan televizyonda izlediğimiz sadece çok iyi oyuncular da var. Şimdi o biraz bencillik olur ben okudum diye herkes okumuş mu olacak yani? Ben tamam konservatuvar mezunuyum, bana da birçok şey kattı ama bunu yapmadan da dışarıdan eğitimler alıp kendini beslemeyi bilen ve biraz da yeteneği varsa bunu çok güzel süsleyip servis eden insanlar var. Neden olmasın? Olabilir. Eskilerdeki farkı soruyorsanız, işte burada ona geliyor. Eskiden böyle sosyal medya, televizyonda böyle pat diye böyle bir ünlü olma şansınız falan yoktu. Sizi eğer belli bir kesim tanıyorsa, siz orada yıllarınızı veriyorsunuz, tiyatro sahnelerinde isminizi duyuruyorsunuz, belli bir standarta geldikten sonra belli işlere çıkabiliyorsunuz yapabiliyorsunuz. Şu anda işte bu sosyal medya, işte bu çeşit kanal bolluğu, bunlar tabii çok daha kolaylaştırdı bazı insanların çabuk ünlü olmasını. O eskilerin tadı onun için yok. Çünkü hepsi zamanında çok sahnede ter dökmüş ve ceplerini çok fazla doldurmuş insanlar. O yüzden hani şimdiki popüler olan genç oyuncu arkadaşlarımın da bu ceplerini sürekli doldurmalarını tavsiye ederim. Kendi oyunculuklarını nereden nasıl besleyebileceklerini bulmaları ve bu yönde gitmeleri lazım. Çünkü biter bir gün, bir bakarsınız biter her şey.
OYUNCUNUN TAKİPÇİ SAYISINA GÖRE SEÇİLMESİNİ YANLIŞ BULUYORUM
-Oyuncuların takipçi sayısına göre tercih edilmeleri de arttı son dönemde. Bu durum hakkında ne söylemek istersiniz?
Evet, maalesef ki öyle oldu. Yani yanlış buluyorum tabii ki bunu. Ama bazen de işte atıyorum bazı özel tiyatrolar, "Aman bilmem kaç tane takipçisi var bu kızı oynatalım" diyorlar mesela.
-Tiyatroda da oluyor bu yani?
Oluyor tabii tiyatroda da oluyor. Ama sanıyorum yapımcılar da takipçi oranı yüksek insanları alıyorlar. Yurt dışı satışlarından dolayı falan da alıyorlar sanıyorum. Hani o teknik detayları ben çok bilmiyorum ama mesela benim takipçi sayım çok az. Çünkü sosyal medyayla uğraşmıyorum. Ama bu benim bir oyuncu olduğum gerçeğini değiştirmiyor. Aslında çok bakılmamalı bunlara. Ama ne yazık ki takipçi sayısı çok olan insanlar başrol olarak oynayabiliyorlar. Yani bir oyunculuk geçmişi olmasa bile mesela. Bence bu yanlış tabii ama onların da bir bildikleri vardır herhalde bilmiyorum ki.
GENÇLERİN ÇOĞU OYUNCU OLMAK İSTİYOR, İSTEMEYİN!
-Son olarak; oyuncu olmayı düşünenlere tavsiyeniz var mı?
Şu anki gençlerin 3'te 2'si zaten oyuncu olmak istiyor. İstemeyin. Ya bir sürü meslek var Allah aşkına. Bir de şöyle bir algı var; oyuncu oluyorsun, hop ünlü oluyorsun, hop çok para kazanıyorsun, hop hop hop. Öyle bir şey yok. Yok yani sektör gerçekten çok zor bir sektör. Aslında ünlü olmak çok kolay bazen ama bunu sürdürmek de bir o kadar zor. Yani hiçbir şey kolay değil. Yani başka yeteneklerini de araştırsınlar lütfen. Eğitim mutlaka almayı düşünsünler. Yoksa her geçen "Ben oyuncu olacağım" dese düşünebiliyor musunuz başka meslek yapacak insan kalmayacak yani. Tavsiye olarak dediğim gibi eğitimini alabilecekleri bir yere gitsinler. Gerçekten çok fazla istekleri ve yetenekleri de varsa zaten bir şey olur.
BU MESLEK PARANIN ÜNÜN KAPISI DEĞİL
-O zaman şöyle mi özetleyelim; tutkuları varsa ve gerçekten istiyorlarsa eğitimini alıp ilerlesinler. Ama sadece ünlü olma istekleri varsa fenomen de olabilirler. Doğru mu?
Ben konservatuvara girerken hiçbir zaman "Ben ünlü olacağım" diye girmedim ya. Hiç düşünmedim, aklıma gelmedi. Ben sadece tiyatro yapmak istedim, bunu bilerek yapmak istedim hani içinde olarak, öğrenerek yapmak istedim. Mesleğim bu olsun istedim. Hiç böyle ünlü olayım da "Şurada da oynayayım, burada da oynayayım" gibi bir şey hiç aklıma gelmedi ya. Şimdi işte gençlerin çoğu maalesef ki "Oyuncu olacağım, ünlü olacağım" bağlantısını hemen böyle kuruyorlar. Oysa o değil ki o. Oyunculuk meslek olarak yapıldığında güzel bir şey. Bu paranın, ünün kapısı değil; bu bir iş, bir meslek.