"Kuruluş Osman" dizisinde 'Holofira' karakterine hayat veren Ecem Sena Bayır, Sabah Günaydın TV'de 'Yasemİnce İtiraflar' programında Yasemin Döngel'in konuğu oldu. Kuruluş Osman'a çok hızlı dahil olduğunu anlatan Bayır, "Dönem işinde bir hazırlanma süreci oluyor, benim öyle bir sürecim olmadı. Sabah görüştüm, sete çıktım. Bir anda ağaca bağlıyım, yağmur yağıyor falan… Garipti yani, ben sudan çıkmış balığa döndüm" dedi. Orhan ile Holofira'nın ilk ata bindiği sahnede çok zorlandığını belirten oyuncu, "Emre ata normal biniyor, ben çıplak olan kısmına, arka tarafına bindim. Ve orada kalabilmek çok zordu" ifadelerini kullandı. Kendisiyle ilgili bilinmeyenlerden de bahsetti, "En'lerim yok benim. Mod geçişlerim oluyor. Genel itibariyle sakin ve huzurlu bir insanım diyebilirim" dedi. İşte röportajın tüm detayları...
-Nasılsın, nasıl gidiyor hayat?
İyiyim valla, keyifliyim. İyi olduğum bir dönemdeyim. Tam da nasıl bir yaş biliyor musun? Ergenliğin çocukluğun geride kaldığı, işte biraz yetişkin sorumluluklarını aldığım o yaş olur ya 27-28. Artık sadece sen verirsin kararları gerçekten. Tam öyle bir dönemdeyim. Ne istediğimi biliyorum, tabii bu bir süreç yani yaş aldıkça istediklerin de değişiyor zaten. Ama yani iyiyim, bu aralar iyi hissediyorum.
-Geçen Gizem Güneş demişti, "27 yaş dönüm noktası yaşadım" diye, sen böyle söyleyince o eşikten mi geçiyorsun acaba diye düşündüm…
Evet, 27 yaş sendromu diye bir şey vardır. Gizem'le konuşmamız gereken şeyler var (gülüyor). Bilirsiniz belki Amy Winehouse, Kurt Cobain falan bunlar hep 27 yaşında intihar etmiş sanatçılar. 27 yaş biraz zor derler. Numaralojiye göre de 2 ile 7 su rakamdır falan ben hiç girmeyeyim oralara yani.
-30 yaş için de bir eşik derler. Ben de tam oradayım insan bir değişir, hayatı sorgular derler ya…
Ya 30 sanki bana çok tatlı geçecekmiş gibi geliyor bu arada. Ben 30 olmak istiyorum çünkü bu geçiş çok yorucu. Ne olacaksa olsun, artık büyüyelim, ne çekilecekse çekilsin artık (gülüyor). Ben 30 yaşındaki kadınlar tap noktasında olduğunu düşünüyorum bu arada.
ERGENLİK KUYUSUNDAN BENİ SANAT ÇIKARDI
-Hakkında çok az bilgi var internette. Biraz kendini bize şöyle en başından anlatsana. Nasıl bir çocukluk geçirdin mesela? Yüzler güldüğüne göre güzel anılar var…
Yok aslında (gülüyor). Tabii ki var yani şimdi böyle çok dramatik bir çocukluktan bahsetmeyeceğim asla ama çok tezat bir şekilde çok sessiz bir çocuktum. Böyle hiç el kaldırmayan, nasıl gözükmem falan diye düşünen bir çocuktum. Bir de boyum yaşıtlarıma göre çok uzundu, en uzun bendim sınıfta ve hep en arkada otururdum. Yine de göze batıyordum yani, göze batan bir çocuktum. Ama çok utangaçtım, annem mesela "çok kolay büyüdün sen" der. Hiç üzülmezdin, hiç ağlamazdın. Hatta sahneye biraz da bu yüzden merak saldım. Hani çıkıp kendinden bahsetmek, kendin olarak çıkıp insanların karşısında olma fikri biraz korkunç ama çok da seviyordum. Biraz o ergenlik kuyusundan beni sanırım sanat çıkardı diyebilirim. Depresiftim yani sessizliğimin arkasındaki şey buydu aslında. Çok yazardım mesela. Bir sürü günlüğüm var evde. Günlüklerimin hep başındaki cümle de şu; bugün çok güzel geçti. Ama devamı berbat şeyler yazıyor (gülüyor). Alışmışım yazmaya anladın mı?
-Demek ki oradan güzel anılar da çıkarmışsın…
Olumlamayı ben buldum (gülüyor). Manifesti ben buldum yani aslında.
-Oyunculuğa geçişin nasıl oldu o sessizlikten? Kendin mi istedin, biri mi teşvik etti yoksa birine mi özendin?
Ne oldu nasıl oldu bilmiyorum ama annemin çalışmadığı bir dönemdi. Ve evde hep diziler açık olurdu. Annem benim iş yaparken hep bir şeyler izlerdi. Ben de onunla otururdum yanında. Herhalde oradan gelen bir merak. Çok severdim, böyle aynanın karşısında onların yaptığı şeyi yapmaya çalışırdım falan. Yani içten gelen bir meraktı aslında. İlkokuldayken tiyatro kulübü yoktu mesela ben kurmuştum.
-Sen içine mi kapanıktın yoksa atik bir çocuk muydun ben anlayamadım…
Yok, çok içine kapanıktım. Bu sonra aştığım zamana denk geliyor işte. Böyle ortaokulda falan böyle içim bir bızıklanmaya başladı benim. Merakım sanırım o evdeki durumdan geliyor diye düşünüyorum. Hani sanata yakın birisi de yoktu evde. Tamamen merakım vardı, seviyordum. Taklit yeteneğim vardı. Oradan geliyor olabilir bak bunu hiç düşünmedim. Bana hep taklit yaptırırlardı.
-Sonra dilbilim okuyorsun. Neden dilbilim?
Aslında şöyle, yabancı dili kolay öğrenebildiğimi fark ettim. Herkesin bir ilgi alanı olur ya, ben dile merak sarmıştım. Çok istiyordum mesela alt yazısız film izleyeyim. Lisedeyken yabancı dil seçtim. Ondan sonra üniversitede de öyle devam etti. Kendimi çok vermiştim ama bölüme 7. olarak falan girmiştim. Seviyordum İngilizceyi.
ANNEMLE BABAM OYUNCU OLMAMI DESTEKLEMEDİ
-Oyunculuğa nasıl geçtin peki?
Annemle babam çok istemediler benim oyuncu olmamı. Desteklemediler de çok. Ben de çok hırçın olmadığım için onların düşüncelerini yırtıp "hayır" falan da diyemedim. Sonra üniversitede devam ederken tiyatro kulübüne üye olmuştum. Bir yerlerden yapmaya çalışıyordum bir şeyler. Sonra ilginçtir annem bana "Yılmaz Erdoğan çıraklarını arıyor" diye bir tane Instagram postu gönderdi. Sensin ki yıllardır bana bunu çektiren. Herhalde biraz mutsuz olduğumu mu gördü ya da çabaladığımı gördü, içimdeki o kıpırtıyı gördü. Sonra Çok Güzel Hareketler Bunlar diye bir program olacağını öğrendim. 500-600 kişi biz audition'a girdik. Oradan 50 kişi kaldı, sonra 10 kişi kaldı, sonra 5 kişi kaldı, 3 kişi kaldı derken en son biz kadroya 3 kız girmiştik. Benim serüvenim böyle başladı aslında.
Hem istememiş hem vesile olmuş annen…
Yine istemedi, çok saçma. Girdim dedim, "nasıl yani, gittin mi sen?" diyor. E attın ya. Tabii ki bunun peşine düştüm. Zordu ama. 3 tane sahne seçtim BKM yapımlarından. İşte orada performans verdik. Televizyona çıkana kadar biz bir sınavdan geçtik yani.
KURULUŞ OSMAN'A BİR ANDA DAHİL OLDUM
-"Kardeşlerim" ve "Destan" gibi önemli işlerde boy gösterdikten sonra "Kuruluş Osman" ile ekranlara döndün… Nasıl dahil oldun projeye?
Aslında biraz hızlı oldu. Dönem işinde bir hazırlanma süreci oluyor, benim öyle bir sürecim olmadı. Ben iki günde sete çıktım. Sabah görüştüm, her şey bir anda oldu, sete çıktım, ağaca bağlıyım, yağmur yağıyor falan… Garipti yani, ben sudan çıkmış balığa döndüm. Ama Destan'dan tecrübeli olduğum için birazcık daha rahat geçti. Muhtemelen biraz ona da güvendik hepimiz. Hızlı oldu yani. Holofira'yı sonradan örmeye başladım yani.
-Bir dönem işi olduğu için diziye katılan herkesin özel bir eğitimden geçtiğini biliyoruz… Senin için nasıl geçti bu eğitim süreci?
Ben Destan'da zaten eğitim almıştım. Burada tabii biraz unuttuğum için binicilik ve kılıç derslerine gittim. Kendim istedim ama çünkü çok hazır değildim. O ormanda yürümenin formu bile çok başka. Hiç tökezlememeniz gerekiyor, yalpalamaman lazım. Bir sürü çukur var ama sen o dönemde yaşayan bir kadın gibi, bu yollar dümdüzmüş gibi yürümeniz lazım ve kılıcı kullanırken de öyle davranıyor olmanız gerekiyor. O yüzden dedim ki; ben bir eğitime gideyim, çünkü unuttum biraz. Vücudumun o formu alması lazım. Set aralarında hocalardan rica ediyordum, sahneden çıkıp direkt gidiyordum. O şekilde hallettik yani.
HOLOFİRA'YLA İNADIMIZ VE GURURUMUZ BENZİYOR
-Hayat verdiği Holofira karakterini senden dinlesek biraz. Nasıl anlatırsın? Ecem ile benzerlikleri var mıdır mesela?
Holofira ya… Çok seviyorum onu. Benzediğimiz taraflar; gururlu oluşumuz gereksiz belki. Ya birazcık kırsaydı o gururunu diye düşünüyorum bazen. Çünkü orada ayrılıyoruz biraz onunla. Bu kadar aşık olsam bu kadar düşünmezdim. Bu kadar aşık olsam mantığımı birazcık daha arka tarafa alırdım. Benzediğimiz taraflar sanırım birazcık dik başlı ve inatçı oluşumuz. İnadımız ve gururumuz benziyor gibi.
-Emre Bey ile hikayeniz güzeldi. Aranız nasıl, sahne arasında görüşür müsünüz?
Emre'yle sette tanıştık zaten öncesinde bir tanışma sürecimiz olmadı. Onun verdiği bir gerginlik vardı başta aslında. Çünkü hiç tanımadığınız biriyle oynamanın verdiği gerginlik de var. Bir de ikimiz de karakter olarak biraz mesafeliyiz ilk başta, o da balık burcu ondan olabilir. Soğuk bir duruşumuz var ama birkaç hafta sonra o kırılmıştı yani. Bence güzel bir kimya yakalamamızın sebebi bu. İyi anlaştık biz onunla. Sanırım mizah yönünün benzemesi çok önemli. Birbirimize çok gülüyoruz. Belki o yüzden de bu yansıyordur. Bu aralar çok karşılaşamıyoruz onunla sahnelerde ama güzel bir arkadaşlığımız var görüşüyoruz iletişimdeyiz yani.
O SAHNEDE ÇOK ZORLANDIM!
-Dönem işi diğer işlere göre daha zorlayıcıdır, aksiyon sahneleriyle doludur malum... En zorlandığın sahneyi anlatabilir misin bize?
Orhan ile Holofira'nın ilk ata bindiği sahne… Ben çok zorlandım orada. Çünkü at da huysuzlandı. Bildiğim kadarıyla iki kişiyi taşıma konusunda çok istekli değiller. Ben de arkasına bindim atın. Yani Emre ata normal biniyor, ben çıplak olan kısmına, arka tarafına bindim. Ve orada kalabilmek çok zordu. Oturabileceğim bir düzenek yok çünkü altımda. Çok zorlandım, hiç belli etmedim ama. Sanki hep bunu yapıyormuşuz gibi davrandım. Çünkü öyle yapmak zorundayım. Bir de Orhan'a da çok kızgın. O yüzden onu da tutamıyorum. Ama sonra alıştık. Zaten Emre aşırı hakim ata. Onunla binmek şu an daha konforlu bile diyebilirim.
-Biraz da seni tanıyalım… Ecem'in en dikkat çekici özelliği nedir desem? Bir insanın Ecem'i tanıması için öncelikle neyi bilmesi gerekir?
Yani öyle en'lerim yok benim. Bence ben her şeyden bir parçayım gibi geliyor artık. Bazen çok sessizim, bazen çok konuşkanım. Bugün konuşkanım mesela (gülüyor). Dün çok sessiz bir günümdü mesela. Yani mod geçişlerim oluyor. Genel itibariyle sakin ve huzurlu bir insanım diyebilirim.
-Zor bir insan mısındır?
Bence çok kolay biri değilim. Eskiden çok kolay ve uyumluyum diyebilirdim ama şimdi o geçiş süreci ya, artık ben öyle hissetmiyorum. Çevremi de biraz daralttım. Daha oturaklı, daha sakin ve huzurlu bir Ecem var sanki artık gibi geliyor bana.
-En büyük kusurun nedir? Kendine en çok hangi konuda kızarsın?
Çok zor öfkeleniyorum ama öfkelendiğimde de öfkeleniyorum yani. Öfke beni biraz yoruyor galiba. Sanırım kusurum biraz bu. Yani orayı burayı dağıtıyorum gibi bir öfke değil, ben onu yaşıyorum dibine kadar. Beni üzüyor bazen o. Parlamaktan dolayı bir öfke değil, yanlış yapılan bir şeye, haksızlığa falan çok sinirlerim mesela. O benim aklımda kalır, zihnimi yorar yani gereksiz bir şekilde. Bu galiba kusurum bu diyebilirim.
-Öfkelendiğinde ağzından çıkan kelimelere dikkat edebiliyor musun yoksa o anda kırıp döküp sonradan pişman mı oluyorsun?
İşte sorun bu, etrafa çok zarar vermiyorum. Kendimi yer bitiririm. Biraz ruhumu yoruyor ya. Bence kimse bu kadar öfkelenmemeli bir şeylere. Biraz zaten onu meditasyonla, biraz yogayla, mesela nefes terapisi inanılmaz işte yarıyor bence. Biraz bunlara da sardım. İyi geliyor gibi. Ama böyle yanlış giden şeylere çok sinirleniyorum. Ben sanki her şeyi çok doğru yapıyormuşum gibi geliyor. "Neden bu böyle yapıldı ki ben olsam böyle yapmazdım" gibi böyle sinirleniyorum. Çok egoistçe bence kendimi de eleştireyim burada.
-İkili ilişkilerinde de böyle misin peki? Bir derdin olduğunda ona yansıtmaz kendi kendini mi yersin mesela?
Eskiden öyleydim, şimdi öyle değilim. Hemen paylaşmak istiyorum çünkü sağlıklı iletişim bence biraz buradan geçiyor. Ne düşündüğünü karşı tarafa çok net ve çok rahat bir şekilde aktarabilmen lazım. Bizim kültürümüzde pek yok, kol kırılır yen içinde kalır gibi bir mantıkla yaşıyoruz aslında bence öyle olmaması lazım. Sonra bu birikiyor ve hoş olmuyor yani. Bir sürü hastalık da yapıyor bence insana. İçine atmamak lazım, ne varsa söylemek lazım. Şimdi daha sağlıklı kuruyorum iletişimlerimi, böyle daha sağlam oluyor bu arada.
AŞK BASİTLİĞİN İÇİNDEKİ BÜYÜ GİBİ
-Ecem'in dünyasındaki aşkı bana anlatır mısın?
Aşk benim için basitliğin içindeki büyü gibi. Bu yaşıma kadar anladığım şey hepimiz aşağı yukarı aynı dertleri yaşıyoruz ve aynı sınavlardan geçiyoruz yani. Ama o basitliğin içinde bir büyü buluyorsun o insanda, en azından benim için böyle. Tılsımlı bir şeyler oluyor, ben enerjisine çok inanıyorum aşkın. Çok zordur mesela benim için, ben biriyleysem orada bir şeyler bulmuşumdur. Tabii herkes için böyledir ama inan öyle değil bence. Ben basitliğin içinde hayran olunası şeyler buluyorsam bir insanda, orada aşk olduğunu düşünüyorum. Yani bir otururken bile şöyle bir hareketi sana çok ışıl ışıl gelebiliyor. Bence aşk biraz böyle bir şey.
-Bir ilişki içindeyken ya da bir imkansızlık varsa mantığını geride bırakır daha çok duygularınla mı hareket edersin?
Ya tabii hayatın gerçekleri var imkansızlığın ne boyutta olduğuna da bağlı birazcık. Ama sonuna kadar giderim yani benim öyle de bir sabrım var. Peşindeyimdir yani falan diyormuşum (gülüyor). İmkansız… Dediğim gibi bunun biraz boyutuna bağlı aslında. Ama onun dışında gerçekten çok gözüm görmez gerçekten aşıksam. Bence herkes de böyledir.
-Öyle midir?
Öyle ya. Yoksa bunca hikaye, bunca senaryo çok da hayal ürünü değil yani. İnsanların yaşadığı şeyler. Baksana Orhan Bey ile Holofira'ya mesela. Çok büyük bir aşkmış anlattıkları kadarıyla okuduğumuz kadarıyla. İmkansız gibiymiş ama imkan bulmuş. Neden olmasın?
-Savaşmaya değer bir duygu…
Evet. Hayata bir anlam katıyor geldiği zaman. Başka oluyor her şey bir anda.
-Daha böyle tozpembe bakıyorsun dünyaya ama işte orada da çok da bakmamak gerekebilir, gerçekleri görmek gerekebilir…
O bir evre işte ama. Mesela artık öyle gelmiyor, benim için tozpembe değil hayat aşık olduğum zaman. O kusurlar o hatalar da güzel. Bunları da seviyorsan karşındakiyle kavga etmek bile güzel ya. Tartışmak bile çok hoş bence.
KISA SORULAR
-Hayatından neyi çıkarırsak geriye hiçbir şeyin kalmayacağını düşünürsün?
Öyle bir şey düşünmem. Bence her şeyin yeri dolar gibi geliyor bana. Hayat bir denge üzerinde yani. Bir şey gider, çok acılı olur. Ama mutlaka gelir. Ayağa kalkmak zorundayız aslında. Öyle bir şey aklıma gelmiyor şu an. Ben öyle istediğim için değil. Hayat kendiliğinden boş olan yeri dolduruyor. Çoğu kez bunu gördüğüm için bir şey diyemiyorum buna.
-Çevrenden kendin hakkında en sık duyduğun şikâyet nedir?
İnatçılığım ya. Benim bu bitmek bilmeyen inadım.
-Takıntı derecesinde bir huyun, bir özelliğin var mı?
Koku. Ama herkeste sanki var gibi bu. Hep bir şeyleri koklarım. Birinin tişörtünden kime ait olduğunu anlardım mesela. Koku benim için takıntı diyebilirim. Güzel kokması lazım her şeyin gibi.
-Günlük yaşantında totemlerin var mıdır?
Kötü bir gün geçirdiğim zaman üzerimdeki kıyafetleri bir daha giymeyi istemiyorum mesela. Çok kötü bir şey bu. Çöpe de atmıyorum, duruyor. Giyiyorum mecburen bazen ama pamuk ipliğine bağlıysa modum "bu tişörtü giymeyeyim ya o gün çok kötü geçmişti" diyorum.
-"Asla tahammül edemem" dediğin o şey?
Sınırımın aşılmasından hiç hoşlanmıyorum. Ama bu "böyle yaparsanız ben sınır çekerim" gibi diyemem. Bazen hiç anlamaz bile o insan. O konuda karışığım yani. Özellikle yeni tanıştığım insanların o sınırı geçmesi için bir süreye ihtiyacı var yani. Durup dururken bana tavsiye verilmesinden hiç hoşlanmam mesela. Geçen bir yazı okumuştum; bana tavsiye vermeyin, siz biliyorsanız ben zaten biliyorumdur. Bence herkes biraz da böyle, bildiğimizi okuyoruz.
-Ağzına asla sürmediğin, "kokusuna bile tahammül edemem" dediğin bir yiyecek var mı?
Dereotu. Çok ırkçı bir bitkidir. Çok keskin. Sevmem dereotu.
-Cimri biri misin?
Yok, değilim.
-En çok neye para harcarsın?
Kozmetiğe ve kıyafete harcıyorum para ya. Kadınım işte ne yapacaksın (gülüyor). Çok fazla krem ve serumum vardır.