"Kardelenler" dizisinin yıldızı Barış Falay, oyuncu eşi Esra Ronabar ve oğulları Mavi Rüzgar Falay, Günaydın'ın YouTube kanalında 'Yasemİnce İtiraflar' programında Yasemin Döngel'in konuğu oldu. Aile içi ilişkilerinden mesleklerine, bilinmeyenlerinden merak edilenlerine pek çok soruya içtenlikle yanıt verdiler. İşte Barış Falay, Esra Ronabar ve Mavi Rüzgar Falay'ın çok özel açıklamaları...
-Nasılsınız, keyifler nasıl?
Esra Ronabar: Şu an çok iyi. Mavi Rüzgar'ın oyununu seyretmeye gelmiştik, 1923 Müzikalini. Biz zaten izleyicisi olarak çok beğendiğimiz bir müzikaldi. Sevgili Mehmet Ergen ve Yekta Kopan'ın yazdığı Zorlu Prodüksiyon, Çolpan İlhan ve Sadri Alışık Tiyatrosu'nun prodüksiyonu. Mükemmel bir müzikal. Yurt dışında çok seyrettiğimiz özellikle Londra'da, West End'de teknolojisi ve prodüksiyonu çok büyük müzikaller ve oyunlar var. Hep böyle biraz buruk seyrederdik, "Biz de olmayacak mı, biz bunu yapamayacak mıyız?" diye. Oyunculuk, reji ve yazarlık açısından söylemiyorum. Tamamen prodüksiyonel ve teknik açıdan söylüyorum. Öyle bir oyun yapılmış durumda. O yüzden izlemesi çok keyifli, çok zevkli. Mavi Rüzgar da bu sene oyunun son sezonunda görev alıyor. O yüzden bizim içimiz de çok rahat. Harika aktör ve aktris abileri, ablalarının kanatlarının altında ilk defa sahneye adım atıyor.
BİR YANDAN MUTLUYUZ, BİR YANDAN TEDİRGİNİZ
Barış Falay: Bir yandan mutluyuz, bir yandan tedirginiz. Yanlış bir yolda mı ilerliyor bu çocuk? Aslında gayet de zekası var. "Mühendis falan olsa daha iyi değil miydi?" diyorduk henüz ama (gülüyor). Şey gibi anlaşılmasın tabii. Oyunculuk için çok zekaya ihtiyaç yokmuş gibi de anlaşılmasın. Bilmiyorum, keyifli tabii, mutlu hissediyoruz kendimizi. Artı değer üretiyor. Sanatın içinde, tiyatronun içinde. Sporda da aynı keyfi verdi bize. Sağ olsun güzel dereceler yaptı. Avrupa, dünya çapında dereceleri var. İnşallah herkesin evladı ailesini onun gibi gururlandırır.
Mavi Rüzgar: Teşekkür ederim babacığım. Ne güzel konuştun.
-Su sporlarına yönelsin diye mi adını Mavi Rüzgar koydunuz?
B.F.: Düşünü kurmuştuk biraz doğduktan sonra.
E.R.: Sağ olsun Barış bana o konuda çok alan açtı bir baba olarak. Ben ismini koymak istedim. Rüzgar benim en sevdiğim doğa olayı. Çünkü her ne kadar basınç farkı diye açıklasak da aslında rüzgar çok mucizevi bir şey. Yani birdenbire değişebiliyor. Birden lodos isterken, poyraza dönebiliyor bir süre sonra. Basınç farkı diye açıklamak yetmiyor sanki. E tohumları taşıyan, döngüyü mevsimlerin ve doğanın döngüsünü de oluşturan, iklimleri de değiştiren rüzgar. O yüzden Rüzgar ismini ben koydum. Bir mucize olduğunu düşünüyorum. Her doğan bebeğin de, hayatın kendisinin zaten mucize olduğunu defalarca hepimiz deneyimliyoruz. Erkek olursa babasından, kız olursa da benden bir mahlas taşısın istemiştim. Barış şiirlerini Mavi diye imzalar. Çok da güzel şiirleri vardır eşimin. Erkek olduğunu öğrenince babasından bir şey taşısın istedim. Mavi olsun dedik. Ve Falay yani, Barış'ın soyadı. Sonsuzluk demek eski Farsçada. Mavi, Fransızca yaşamım da demek. Böyle güzel bir isim tamlaması da olsun istedim. Yani sonsuzlukta yaşamım rüzgar gibi dağılsın, essin anlamına gelsin istedim. O da su sporlarıyla ilgilenerek isminin hakkını verdi (gülüyor).
-Mavi Rüzgar'dan da dinlemek isterim; oyunculuğa nasıl karar verdin? Sporculuk hali hazırda devam ederken mi yoksa çok öncesinde alınmış bir karar mı?
Mavi Rüzgar: Ben sporu kendimi bildim bileli yapıyorum. Doğdum, bilincim açıldı ve annem beni ağlayarak yüzmeye gönderiyordu.
-Neden ağlayarak?
M.R.: Çünkü üç yaşındaki çocuk soğuk havuza girip yüzmek istemez. Ama onun için doğru olanın ne olduğunu da bilmez. O yüzden anneme bu konuda teşekkür ediyorum. Babama da yıllarca destek olduğu için, götürdüğü için teşekkür ediyorum. Oyunculuk… Ben şu an oyuncu muyum bilmiyorum ama bir hikaye anlattığıma inanıyorum. Oyunculuk bir serüven gibi. Tam olmak yok aslında. Hayatın hiçbir yerinde bir şeyin tam olmak olmadığı gibi. Bu serüvenin içindeyim, daha çok yeniyim. Bundan da gurur duyuyorum. Her zaman öğrenmeye açık olmaktan. Mehmet Ergen, hocamın sayesinde biraz şuan buradayım. O beni yıllardır tanıyor. Herhalde bende bir ışık gördü ve beni buraya davet etti. "Mavi'ciğim gel bakalım burada bir şeyler yapabilecek misin?" diye baktı. Sağ olsun kabul etti. Ama spor bir tık daha önceden başlamalı bir şey. Bu oyunculuk serüveni daha yeni, eylül ayında falan cereyan etti.
-Oğlunuzun performansını iki oyuncu olarak nasıl yorumlarsınız?
E.R.: Kötü. Olmamış (gülüyor). Daha çok tabii hepimizin olduğu gibi, yolu çok Mavi Rüzgar'ın. Henüz mesleği konusunda da zaten netleşmiş değil. Sahneye çıkmak önemli bir deneyim. Biz dramacılar, ben bir Yaratıcı Drama öğretmeniyim aynı zamanda. Hep şuna iddia ederiz; anaokulundan, kreşten, üniversitenin sonuna kadar drama dersi zorunlu olsun. Çünkü eğer drama yaparsanız birçok karakteri deneyimlersiniz. Ve günlük hayatta size müsaade edilmeyen pek çok duyguyu da deneyimlersiniz. Böylelikle günlük hayatta kötüden uzakta durursunuz. Çünkü kendi içinizdeki kötüyle sahnede karşılaşırsınız. O yüzden herkesin drama yapması çok önemli. Yani drama sadece yapanlara ve belli bir zümreye ait değildir. Bugünkü insan olmamızı sağlayan şey, yani bizim Homo Sapiens Sapiens olmamızı sağlayan şey, bizim hikaye anlatıyor olmamız. Birbirimize hikaye anlatarak birbirimizi deyim yerindeyse tavlarız ve organize oluruz. O yüzden zaten sahnede olmak çok değerli bir şey. Ama bu kadar güzel bir çatının altında, bizim tanıdığımız çok da sevdiğimiz arkadaşlarımızın, ağabeylerinin, ablalarının kanatları altında bu deneyimi elde ediyor olması onun için çok güzel. Bu sadece Mavi için değil. Keşke hepimiz drama yapabilsek. Çünkü drama yapan insan, inanın kötü bir şey yapamaz. Bugün karşılaştığımız bütün kötü olaylar, duygularını saklamak zorunda kalan insanların yaptığı eylemlerdir. Ama duygularınızla temas ederseniz onlardan korkmazsınız. O yüzden iyidir drama yapmak. Oynaması da, seyretmesi de çok önemlidir.
B.F.: Evet evet aynı fikirdeyim. Yani gelişimimiz bence de hikayeciliğe bağlı. Yani sanatsız olan toplumların da nereye gittiğini görüyoruz. İşin içinde olan insanlar olarak da daha fazla sanata ihtiyacımız olduğuna zaten inanıyoruz. Sanat alışkanlığı olan toplumların daha ileriye gittiğini, daha iyiye gittiğini, kendini çok daha kolay iyileştirebildiğini görüyoruz. O yüzden sanat olsun hep oramızda buramızda bir yerimizde değelim, değsin bize. İyidir sanat.
M.R.: Valla verilen örneklerden daha kaç fırın ekmek yemem gerektiğini anlıyorsunuzdur. Daha yolum çok uzun (gülüyor).
B.F.: Gençler bir anlık hevesle "Ben de oyuncu olacağım, ben de dizilerde oynayacağım." diyorlar. Bu dizilerin belki popüler olmasından da kaynaklı. Güzel, keyifli ama o işin biraz kreması. Yani pastanın kreması, pastanın kekinden de tat alabilmek, o yapılış aşamasından da tat alabilmek… O Mavi'nin çok güzel söylediği gibi baştan itibaren, herkesin kendine ait bir yolculuk. İnşallah güzellikler sunar hayat ona. Neyi seçerse seçsin. Biz ne yapacağız başka? Biz destekleyeceğiz, yanında olacağız.
İTİRAF ET, KORKUYORUZ BİRAZ!
E.R.: İtiraf et, korkuyoruz biraz. Evde kavga etmekten korkuyoruz (gülüyor). Barış iyi bir öğreticidir, iyi bir hocadır. Hoca olarak en büyük meziyeti sizin içinizdekiyle ilgilenir. Biz tabii birbirimizi yıllardır çalıştırıyoruz. Sonra da geçiyoruz ekranın karşısına ya da kurum tiyatrosunda olduğumuz zamanlar birbirimizi eleştirmeye başlıyoruz.
BEĞENMEYİNCE BİRBİRİMİZE SENARYO FIRLATIYORUZ!
Biz Mavi Rüzgar çok küçükken Gayrettepe'de oturuyorduk. Komşularımız kavga ediyoruz zannetmişler. Halbuki birbirimizi çalıştırıyoruz. Beğenmeyince de birbirimize senaryoyu fırlatıyoruz. Diyoruz ki "Ben seni böyle mi çalıştırdım?" Öbürümüz diyor ki, "Ama işte orada sette böyle oldu" falan.
BİRBİRİMİZİN CANINA OKUYORUZ
B.F.: Başka bir eleştirmene çok ihtiyacımız yok. Birbirimizin canına okuyoruz (gülüyor).
E.R.: Canına okuduk gerçekten 21 yıldır. O yüzden de "Bunu Mavi'yle yapabilir miyiz?" diye açıkçası endişe içindeyiz (gülüyor).
B.F.: Eşine hadi de insan evladına kıyamıyor (gülüyor).
-"İki oyuncunun aynı evde olması avantaj mıdır, dezavantaj mıdır?" diye sorarlar ya, ona yanıt gibi oldu biraz da…
E.R.: Çok büyük avantaj. Yani ben zaten kendi kendimi çok yiyen bir bireyimdir. Her şeyin en iyisi, en doğrusu olsun. Özellikle işimde "Aman işte kesinlikle ezbersiz olmaz. Bir de şurasından oynayayım, burasından bakayım. Hikayeye nasıl katkı sunabilirim? Kolektife nasıl bir artı değer üretebilirim?" diye. Barış benden de daha fazla öyle. O yüzden Mavi Rüzgar'cığım bizim aramıza gelmeye hevesli misin? Emin misin? Bak bir kere daha soruyorum.
M.R.: Eminim. Bu cevap mı bekleniyordu? Eminim (gülüyor).
-Mavi Rüzgar'a da sormak istiyorum; iki muhteşem oyuncunun oğlu olmak nasıl bir sorumluluk hissettiriyor sende?
M.R.: Tabii bir sorumluluk, bir baskı var. Benden de eğer bu yola evrileceksem onların üstüne bir şey koymam bekleniyor. Ben de bunu yapmaya çalışacağım. Yani onların öğretilerini, onların geçtiği yollardan geçip onların öğretilerini alıp verdikleri derslere bu şekilde devam etmek istiyorum. Ama nasıl bir his derseniz, çok gururlandırıcı bir his. Yani gittiğiniz kebap restoranında annenizin ve babanızın hürmetlerle karşılığı olması çok güzel bir his. Bir kere toplumun en saflığıyla, en ilkel haliyle sevildiği ve takdir edildiği anlamına gelir. Bakın bunu para satın alamaz. Bunu hak yiyerek yapamazsınız. Bunu yalandan, dolandan böyle birkaç senede de inşa edemezsiniz. Toplumun sizi takdir ediyor olması, seviyor değil, takdir ediyor olması çok gururlandırıcı bir şey.
-Sosyal medya son dönemde biraz hayatımızı yönlendiriyor, bu sizin sektörde de özellikle dizilere yansıyor. Sosyal medyadan gelen yorumlara göre senaryoların şekillendiği haberlerine şahit oluyoruz. Bu durum hakkında ne düşünüyorsunuz?
E.R.: Bence olumsuz bir şey. Şundan dolayı; şimdi ilk önce ortada oynanacak bir eserin olması gerekiyor. Yani ilk önce birinin, bir rüyasının, bir düşününün, bir derdinin olması gerekiyor. Bu kişi bunu dert ettiyse zaten bir kişinin bir derdi varsa bu mutlaka toplumsal bir meseledir. Sonra bu derdi bu rüyaya bir yönetmenin, bir yapım şirketinin eklemleniyor olması gerekli. Yani bu rüyayı gören, bu derdi paylaşan bazı insan grupları oluyor. Ve oyuncularla bunu paylaşıyorlar. Oyuncular bunu üç boyutlu hale getiriyor. Beğenmeyebilirsiniz, sevmeye de bilirsiniz. Televizyon dizisiyle ilgili şöyle bir gerçek var. Eğer ulusalda bir şey izliyorsanız kumanda elinizde. Değiştirebilirsiniz. Seyircinin elbette ki yorumu çok önemli. Fakat seyircinin her anki müdahalesine göre anlatılacak olan hikaye değişiyorsa o zaman aynı rüyayı görmüyoruz. Çünkü rüyanın bir sonuna kadar izlemek gerekir. Dersiniz ki izledikten sonra "Buralarını, buralarını beğendim. Buralarını, buralarını beğenmedim." Her bölüm sadece seyirci istiyor diye bir şey yaptığımızda o zaman o şey sizin artık kalbinizden çıkıyor ve dışarının müdahalesine göre evriliyor olur. O da bence dramayı çok da iyi etkileyen bir şey olmuyor. Eskiden internet yokken biliyorsunuz 13 bölüm çekilirdi. Yani yazılırdı, çekilirdi, devam edilirdi. Şu an 3-4 bölümde bitiyor. Her işin bir erbabı var. Biraz kreatiflere bu konuda inanmak ve seyretmek, biraz sabırlı olmak gerekiyor bence. Diğer türlüsü birbirimizin içine çok müdahale olup gönül kirliliği oluyor.
B.F.: Çağın sorunu gibi geliyor bana. Bu hızlanan zaman içerisinde en büyük saldırı bir sürü değere saldırı var bence. En başta aşka saldırı var. Aşkı sadece bir insana duyulan anlamında söylemiyorum. Üretmeye de aşık olursunuz. Fikre de aşık olursunuz. Ne yaparsak yapalım aşktan uzaklaşmamalıyız gibi geliyor. Aşk ölmediği sürece hiçbir sıkıntı yok. Hikayecilik farklı farklı dönemlerden geçiyor. İnsanlık var oldukça da geçecek belli ki. En eski meslek. Formlar değiştiriyor. Zaman zaman yerinde sayması gerekiyor. Zaman zaman atılabileceği, ileriye atılabileceği şansları elde ediyor. Yeter ki farkındalığı yitirmeyelim, aşkı yitirmeyelim. O bir şeyi anlatmaya duyduğumuz aşkı yitirmeyelim. O zaman güzel olur her şey.
BİZ KAVGA EDEN BİR AİLEYİZ, BİRBİRİMİZE DİRENİYORUZ
-Aşk demişken hemen şunu da sormak isterim; sanat dünyasındaki evliliklerin maalesef çok uzun soluklu olamadığını görüyoruz. Sizin evliliğiniz de 19 yıla dayandı, dile kolay. Nedir mutlu bir birlikteliğin sırrı?
E.R.: Ben bilmiyorum. Gerçekten bilmiyorum. Bu kadar uzun bir birlikteliğe sahip olacağımı, evlenebileceğimi, bir çocuğumun olabileceğini bunları önceden tahayyül etmedim ben. Başıma geldi aşk. Yani Barış için de öyle oldu. Fakat güzel olan, geçen gün Mavi Rüzgar'la konuşuyorduk bunu. Başarıyı konuşuyorduk. Başarı nedir diye. Ben de dedim ki, "Mavi Rüzgar'ım galiba başarı emek verip vazgeçmemek. Direnen. Her şekilde direnen." Yani her şekilde başarılı oluyor. Nazım'ın dizeleri benim hep aklıma geliyor, "Bir direniştir yaşamak." Beni hep çok etkiler. Evlilikte de öyle. Bence bütün ilişkilerde öyle. Arkadaşlık ilişkinizde de öyle. Vazgeçerseniz direnmiyor oluyorsunuz. Ama direnirseniz orada mutlaka güzelliği, iyiliği ve mutluluğu buluyorsunuz. Yoksa tabii ki de çok zor. Yani özellikle set çalışanı olmak bizim ülkemizde çok zor. 18 saatleri, 16 saatleri zorlamak. Bir evladınızın olması… Ama Barış'la direnmek güzel. Onunla beraber direnmek güzel. Bana direnmek güzel en başta (gülüyor). Barış'a direnmek güzel. Birazdan Barış söyleyecektir bence o cümleyi, "Tuttuğun eli bırakmamak" der Barış. Ona da direnmek güzel. Yani Mavi'ye de öyle. Biz kavga eden bir aileyiz. Birbirimize direniyoruz. Mavi Rüzgar da dünyanın en yumuşacık insanı değil. O da şu anda 16 yaşında. Fikirlerimiz çatışıyor. Böyle olacak. Direnmeyi kötü bir şey gibi görmemek. Tartışmayı kötü bir şey gibi görmemek. Ve ne olursa olsun karşındakine fikrini onu kırmayacak bir biçimde anlatmak için çaba sarf etmek. Yani galiba aslında... Emek, başka bir şey değil.
B.F.: Bence de kitabı yok bu işin. Dolayısıyla ben de buna dair cümleler kuramam. Böyle yaparsanız böyle olur falan diyemem ama... En yüksek frekans hali galiba aşk. Her şeye duyulan aşk anlamında söylüyorum. Dolayısıyla bence de bırakmamaktır tuttuğun o eli. Biraz kolay tüketilen bir çağa geldik galiba. En büyük sıkıntı o. Her şeyi kolay tüketiyoruz. Hemen böyle izlediğimiz şeylerde "15 saniyede bir şey olsun olmuyorsa da atayım" diyoruz. Ama üretebilmek için önce o basamakları yaşamak gerekiyor. Sıkılmak da güzel. İdare etmemek de güzel. Kavga da güzel. Her şey belli bir ölçüde olduğu sürece bütün duygular güzel aslında. Dolayısıyla partnerinle de o duyguların hepsini birlikte yaşayabiliyor olmak güzel. Bir tarafı çok zor. Konfor alanından çıkartıyor sizi. Ama bir tarafı da müthiş ilerletiyor. Acayip bir şey aşk. Bir de meyvesi güzel (gülüyor).
ÖZEL GÜNLER BANA HEP HÜZÜNLÜ GELİR
-Geçen günlerde bir açıklamanızı okudum Esra Hanım, "Benim eşim çok şanslı bir erkek bence. Sevgililer Günü'nü kutlamam. Evlilik yıl dönümümüzü kutlamam. Neredeyse doğum günümü bile kutlamıyorum. O yüzden şanslı." Demişsiniz. Gerçekten öyle mi?
E.R.: Gerçekten öyle. Bizde biraz ters ya da ben tersim. Ben 78 doğumluyum. Bizim büyüdüğümüz yıllarda 80 başlarında kapitalizm böyle değildi. Azdı her şey. Ve ben daha mutlu olduğumuzu düşünüyorum. Çünkü her şey çok olarak mutlu olsaydık şimdiye hepimizin daha mutlu olması gerekirdi. Yani pazardan da alsak, dükkandan da alsak artık tişörtlerimiz var. Öyle değildi eskiden. Artık kotlarımız, ayakkabılarımız bir şekilde var yani. Mutluluk getirmiyor çokluk. Farkındalığının olması gereken günler var. Demek ki biz sevgisiz bir dünyada yaşıyoruz ki Sevgililer Günü kutluyoruz diye düşünüyorum. Demek ki biz çok erkek egemen bir dünyada yaşıyoruz ki kadınlar gününü kutluyoruz. Bu bana, böyle günler hep biraz hüzünlü gelir. Neden kutluyorum ki? Benim her gün Sevgililer Günü'nü kutluyor olmam gerekli. Muhteşem sevgililerim var yanımda. Muhteşem insanlar var. Her günümü doğum günü gibi şükrederek kutluyor olmam lazım. Çünkü ben bir kaza geçirdim ve ölüyordum o kazada, trafik kazasında. Ailem benimle beraber çok ciddi acılar çektiler. Vücudum paramparçaydı. Felçliydim. 4 yıl sürdü, bunları kötü bir şey olsun diye anlatmıyorum. Bunları farkındalık olsun diye anlatıyorum. Ben her sabah kalktığımda sol koluma bakıyorum. Ve radial sinirimin %50'si olmamasına rağmen oynatabiliyorum. Her gün doğum günü. Her gün sevgilime sevgilim demeliyim. Bu tip özel günler bende biraz burukluk yaratıyor. Onu mizahi bir dilde anlatmak için "Barış hediye almak zorunda kalmıyor. Hiçbir şekilde. Dümdüz yaşıyor." diyoruz (gülüyor).
BİRBİRİMİZİ İLK GÖRDÜĞÜMÜZ GÜN HARİÇ HİÇBİR GÜNÜ KUTLAMIYORUZ
-Gerçekten almıyor musunuz peki?
B.F.: O gün almıyoruz. Mümkünse kutladığımız bir günümüz var tabii. Birbirimizi bu hayatta ilk gördüğümüz günü kutluyoruz biz. Yüzüklerimizin arkasında da o yazar. 11 Şubat 2004. Onu kutluyoruz ama onun dışında hiçbir günü kutlamıyoruz. Ayrıca hediye almayı severim ama. Tarih beklemiyorum onun için. Esra evde bir sürü şeyi yapıyor olduğu için; bilgisine de güvenirim, eline de güvenirim. Yemeğinden bizim ne yapmamız, ne etmemiz gerektiğine kadar bizden önce fazlasıyla düşünüyor olduğu için bana bir alan kalıyor orada. Ben de o yüzden alışveriş yapabiliyorum.
E.R.: Barış vücudunu güzel giydirmeyi seviyor. Bu da önemli bir şey. Bazılarımız giyimle ifade etmeyi çok seviyoruz. Yani renkler, uyum, kumaşın uyumu. Çok uzun bir süredir karakterlerini de kendi giydiriyor. Giyinmeyi ve giydirmeyi seviyor. Onun gözü öyle görmek istiyor. Ben de biraz tutumluyumdur.
B.F.: Hediye almayı seviyorum ben. Mutluluk bence vermekle alakalı zaten almaktan ziyade. Bir şey vermek çok keyifli bir şey. Senin için düşündüm. Senin için bunu düşündüm, neyse o. Seviyorum, keyifli geliyor.
E.R.: Biraz da özel günlerin insanları tembelleştirdiğini düşünüyorum. Zaten Sevgililer Günü var. Zaten yılbaşı kutlayacağız. Zaten doğum günü var. Zaten evlilik yıl dönümü var. Ama bu çok kapital demek. Yani birbirimizi bu kadar kapitalle bence sıkıştırmamalıyız. Ben onu anlarım bana güzel baktığında beni sevdiğini. Onu herkes anlar. Kapitale boğmamalıyız sevgimizi. Yani para daha değerli olmamalı. Ben anlarım bana hiçbir şey almasa da kimin beni sevdiğini. O yüzden biraz daha maneviyata bu anlamda önem veriyorum ben.
KISA SORULAR
-Hayatınızdan neyi çıkarırsak geriye hiçbir şeyin kalmayacağını düşünürsünüz?
M.R.: Spor. Direkt.
E.R.: Drama. Oyun.
B.F.: Yani oyuncuyum bayağıdır. Oyunculuk yapmadığım zamanımı hatırlamıyorum. 36 senedir falan oyunculuk yapıyorum. Dolayısıyla öncesini hatırlamıyorum. İnşallah onsuz kalmam hiç.
MEDCEZİR YENİDEN ÇEKİLEBİLİR, DAHA İYİSİ DE OLUR
-Şimdi oyunculuk demişken de son dönemde herkesin konuştuğu aslında size de sorulduğu "Medcezir" konusuna kısaca değinmek isterim. Taner Bey'in (Ölmez) ortaya attığı 'yeniden çekilsin' fikrine sıcak bakanlardansınız. "Ne güzel olur, bence olsun. Bastırın olsun" demiştiniz. Tutmuş ve çekilmiş bir işin devamının yapılmasına sıcak bakmayan da bir kitle var sosyal medyada. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
B.F.: Yani yapılabilir ama yani o mesele o fiziki şartları oluşturabilmek. Medcezir enteresan bir proje. İçinde bulunduğu hemen herkesi başrol oyuncusu yaptı. Dolayısıyla o başrollerin bir araya toplanması için bir program oluşturulması lazım. Çok kolay değil bizim sektörümüzde bunları başarmak. Ama daha az etkili olabileceğini düşünmüyorum. Yani bir kere oyunculuk zaten öyle bir şey ya. Yani kilometre çok fazla şey katıyor insana. Bana öyle gibi geliyor. Dolayısıyla bu kilometreyle daha da başka bir tada erişir benim açımdan, mesleki anlamda baktığımda. Eminim yazar için de aynı şey geçerlidir. Yönetmeni için de aynı şey geçerlidir. Türkiye dizi sektörünün böyle bir artısı var tabii ki. İçinde bulunduğu her uygulayıcıya muhteşem bir deneyim olanağı sunuyor. Yani bu aynı zamanda sadece oyuncu için değil teknik birimler için de geçerli. Yani bir görüntü yönetmeni haftada yüz küsur sahne çekiyor. Artık bir sene sonra o bir sene önceki gibi biri olmuyor. Gönül istiyor ki bu bizim biraz sanatımıza da yansısın. Sinemamızda da yansısın vesaire. Ama bence olur. Daha iyisi de olur yani. Ama dediğim gibi o şartları bir araya getirmek mesele.
-Çevrenizden kendiniz hakkında en sık duyduğunuz şikâyet nedir?
B.F.: Çok konuşuyorsun olabilir benim ya. Ben çok konuşuyorum. Eşim olmadığı zaman çok konuşuyorum (gülüyor). Seviyorum onu dinlemeyi.
E.R.: Benim herhalde en sık duyduğum eleştiri abartıyorsun, çok hassassın.
Katılıyor musunuz bunlara?
E.R.: Hayır. Hatta bunun bir şiddet olduğunu düşünüyorum.
M.R.: Ben gerçeğim. Lafı çok dolandırmayı sevmem. Neyse onu söylerim. "Üstümdeki yakışmış mı?" Hayır. Bayağı kötü duymuş derim. Biraz dobrayım.
E.R.: İletişim herhalde her zaman dost doğruyu söylemek değil de biraz diplomasiyle anlatabilmek. Bence iletişim karşındakine onu kırmayacak şekilde anlatabilmek. O zaman bir sanat oluyor.
B.F.: Bizim rahmetli Sevda Şener hocamız, ikimizin de hocasıydı. Tiyatro bölümü başkanımız Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi tiyatro bölümünde. Müthiş biriydi. O eleştiri için şey derdi; yolda biri o eleştiri yazınızı bulduğunda herhangi biri ise sizin meslektaşınızı eleştirdiğinizi anlamamalı. Meslektaşınız anlamalı bu kısmını derdi. Kırmadan, dökmeden, incitmeden güzel kavramlar bunlar bence de. Kabalığın, hoyratlığın bu kadar moda olduğu bir dönemde eski kafalım kaldı. Ben bilmiyorum ama kibarlık iyidir, güzeldir gibi geliyor bana da. İncitmemek lazım.
-İkimizin de hocası deyince aklıma geldi; nasıl tanışmıştınız, okulda mı başlamıştı ilişkiniz?
Hayır. Ben biraz büyüğüm Esra'dan. Çıtır kız buldum. Esra'nın zaten ikinci üniversitesi. Ayrıca aramızda yaş farkı da var. Biz okulda hiç karşılaşmadık. O benden yıllar sonra bizim okulda okudu. Karşılaşma öykümüz ama yine tiyatro yüzünden oldu. Onun oynadığı bir oyunu, oyunun yönetmeni bizim tiyatroya devrettiği için o, "Kim bunlar?" diye geldi oyunu izlemeye. Biz öyle tanıştık. Aynı oyunda ben oynuyordum. Güldürerek tanıştım (gülüyor).
İLK GÖRÜŞTE AŞKTI, O SANİYE
-İlk görüşte aşk mıydı?
B.F.: Benimki evet. O saniye
E.R.: Ben Barış'a çok güldüm. O kadar güldüm ki, Kenter Tiyatrosu'ndaydık. O zamanlar açıktı. Kenter Tiyatrosu'nun ilk sırasında oturuyordum. Ve sahne yüksekti. Barış'a gülerken kafama sahneye çarptım (gülüyor). Komedisi çok iyidir. Ama tabii aramızdaki yaş farkı her zaman, yaş farkı diye anlatmayı sevmiyorum ben, deneyim farkı, tecrübe farkı o kapanmayacak. O benim her zaman meslektaş yolunda hocam olarak kalmaya devam edecek.
-Günlük yaşantınızda totemleriniz var mıdır?
M.R.: Benim rutinlerim var. Ben rutin insanıyım. Yani sabah kalktığımda, akşam yatmadan önce yaptığım belli şeyler var. Bu benim özelim. Ama bence herkesin bir rutinlerinin olması gerekiyor. Yani tatillere gittiğim zaman da kendi evimde yapamadığım şeyleri özlüyorum. Rutin güzel bir şey. İnsana iyi geliyor. Ne olursa olsun buraya geri döneceğim. 'Ev' dediğim alışkanlıklarım var.
E.R.: Benim rutinlerim, totemlerim bir yengeç burcu, su burcu olarak net olarak var. Yürürüm. Yürümediğim gün kendimi iyi hissetmem. Dua ederim. Dua ile mutlaka uğurlarım. Eşimi de, oğlumu da. Mümkün olduğu kadar tabii bu şey ama dokunurum. Bazı dokunduğum şeylerim vardır. Gül suyu ile toniğimi mutlaka yaparım. İnanırım. Sağdan, yani sağ ayak kuralı bende var. Kültürel bir durum bence bu. Ama sağ ayakla başlarım. Yani severim, niyet ederim. Totemlerim ve rutinlerim çok benim. Ben onların dışına çıktığımda huzursuz oluyorum. Takarım. Belli pijamalarım vardır. Belli kıyafetlerim vardır. Spora gittiğim kıyafetlerim vardır. Onların dışında asla giymem.
-"Takıntı derecesinde bir huyunuz, bir özelliğiniz var mı?" diye bir sorum da vardı, ona da yanıt oldu biraz sanki…
E.R.: Evet, var. Benim var. Çalışırken turuncu kalem ile çalışırım. Senaryomun arkasına kendi dökümünü kendim yaparım. Ve kendi senaryomdan çalışırım. Sete onu götürürüm. Sahne sırasında o senaryo o sette mutlaka bir yerde olmalı falan. Benim çoktur, inanıyorum. Biraz tabii şey, enerjiyi çevirmekle ilgili bu. Kanalize olmaya çalışırım. Kendimi orada var etmeye çalışırım.
B.F.: Vardır herhalde de… Ya ben eskiden çok gerçekçi bir adamdım. Varsa da bunu unutturmak istiyordum kendime. Yok saymayı tercih ediyordum. Ben çok geç okumaya başladım. 45'den sonra falan halk düzeyinde fizikle ilgilenmeye başladım. O zaman rahatladım. Hayat tahmin ettiğimiz kadar zaten rasyonel bir şey değil. Bla bla davranırsak bla bla olursa sonuç bu oluyor gibi bir durum yok. Dolayısıyla size enerji anlamında iyi gelebilecek ne varsa ondan faydalanmak güzel. Yeter ki o seçtiğimiz şeyler bizi bir hapishaneye almasın. Onu istemem. İyi gelecekse sonuna kadar kullanayım.
E.R.: Senin de var ama kendi eşyalarınla ilgili takıntıların. Asla çantanı yere koymazsın. Asla.
B.F.: Koymam. Alışkanlık haline gelsin herhangi bir yere koymayayım. Düzgün bir yerde dursun ki temas ediyoruz ya sürekli. Biraz temizlik takıntım var evet. Askerde elinde egzama oluşturmayı başarmış biriyim yıkamaktan ötürü. Hijyen takıntım var galiba.
-Ağzınıza asla sürmediğiniz, "kokusuna bile tahammül edemem" dediğiniz bir yiyecek var mı?
B.F.: Ben organ görmeyi sevmiyorum. Sakatat tarzı şeyler. Sakatatın çoğunu seviyorum da yani gözdür, dildir falan. Organın kendisini görmeyeyim. Beyin yemiyorum. Net. Onun dışında her şeyi seviyorum. Hepsini seviyorum. Yemek çok ayırmam. Türkiye'de böyle çok kapuska mapuska yenmez. Ben onlara da bayılırım. Hepsini seviyorum.
M.R.: Restoran sahiplerine sesleniyorum. Her şeyi yerim. Ayrım yapmıyorum. Yemek yemektir, nimet ya. Önüme sunulmuş.
E.R.: İşkembe. Onu yapamıyorum. Bir çocukluk travması. Kurban Bayramı'nda izlemiştim ve çok küçüktüm. Ondan sonra çok uzun yıllar yiyemedim. Sonra bir tek işkembe kaldı. Onu yapamıyorum, yiyemiyorum.
BARIŞ FALAY: İLİŞKİDE KISKANÇ BİRİYİM
-Kıskanç biri misiniz?
M.R.: İmrenirim ama çok kıskanmam.
E.R.: Hayır. Kıskanç değilim.
B.F.: Her şeyde değilim ama ilişkide kıskancım ben ya. Yani nasıl, kıskançlık çok göreceli. Türk toplumu mantığıyla bakarsam hiç kıskanç değilim. Yurt dışına da kendi arkadaşlarıyla çıkabilir falan öyle bir şey değil ama mesele medeni olmakla o duyguyu yönetmeyi öğreniyoruz ya aslında. Güdünün farkına varıp o duyguyu yönetmeyi öğreniyoruz. Ama yani hiç kıskanmıyorum dersem yalan olur. Güzel bir karım var ve kıskanıyorum.
E.R.: Hepimiz büyüyoruz. Hangimiz 15 yaşındaki, 25 yaşındaki gibiyiz ki? Büyüyoruz. Güzel bir şey büyümek. İçgüdülerimizle hemhal olup hangisinin nerede işimize yarayacağını hangisinin hiç işe yaramadığını hepimiz öğreniyoruz. Kıskançlık çok temel bir duygu. Ama ben değilim onu biliyorum. Benim de başka ilkel duygularım daha yüksek ve bazen sorun olabiliyor. Çok korumacı ve çok sahipleniciyimdir ben de.
B.F.: Evet ama oyunculuk biraz böyle bir iş ya. Yani oyunculuk üst egomuzla yaptığımız bir iş değil. Oyunculuk aslında tamamen ilkel benliğimizle yaptığımız bir iş. Dolayısıyla bu güdülerimizin farkına varıp ona yolculuk yapabilmeyi bolca tecrübe etmemiz gerekiyor. Mesleki anlamda bunu yapıyoruz. Kendi güdülerimizden yararlanıyoruz doğal olarak. Kendimize dönüyoruz yani.
BİZ BİRBİRİMİZE ÖPÜŞME DE ÇALIŞTIRIYORUZ, MESLEKİ GEREKLERİ YERİNE GETİRMEZSE ÇOK ÜZÜLÜRÜM
-Oyunculukta kıskançlık daha zor bir duygu mu? Sahne gereği eşinizin biriyle yakınlaşması durumunda bir kıskançlık söz konusu oluyor mu mesela?
B.F.: Yani bizden daha sert meslek grupları varken niye bize söylüyorlar? Kadın doğumcuya kimse söylemiyor bunu. Değil mi? Bana çok acayip geliyor. Biz profesyonel bir meslek yapıyoruz. Bir dönem çok modaydı. Oyunculara soruluyordu, "Eşiniz öpüşürse dizilerde…" Biz birbirimize öpüşme de çalıştırıyoruz da, çalıştırıyorduk da daha doğrusu. Ne hissedersiniz diye soruyorlardı. Ben de "Anneni, ablanı, kız kardeşini kadın doğumcuya götürdüğünde hissettiğinden emin ol daha azını hissediyorum" diyordum yani. Bu bizim profesyonel mesleğimiz. Bir meslek erbabıyız, işimizi yapıyoruz. Kastım asla mesleki anlamda edimleriyle ilgili değildi kıskançlık noktasında. Tam tersi eğer o mesleki gerekleri yerine getirmezse çok üzülürüm, çok canım acır. O zaman kendimi daha zayıf hissederim. Herhangi biri benden dolayı kendini baskıda hissediyorsa bu bana iyi gelmez zaten.
AŞKLA PARTNERİNİZE BAKAMIYORSANIZ OYUNCU OLAMAZSINIZ
E.R.: Bu bizim toplumumuzla ilgili ama Barış'cığım. Yani bu sorunun soruluyor olması bizim toplumumuzla ilgili. Çünkü cinsel devrimini yapamamış bir toplumuz biz. Hala cinsellikle ilgili tabularımız var. Halbuki bugün burada var oluyor olmamızın hepimizin bu hayatta oluyor olmasının tek bir nedeni var. Cinsellik eylemi. Toplum olarak bununla ilgili derdimiz olduğu için "Ay öpüşürken kıskanıyor mu?" Bizim derdimiz bununla ilgili. Hayır, kıskanmıyoruz. Bu bir iş, bu bir meslek ve bir insana aşkı televizyondan ya da kameradan anlatabilmek için kendi içinizdeki aşkla partnerinize bakıyor olmanız lazım. Bunu beceremiyorsanız zaten oyuncu olamazsınız. Aşkı oynayamıyorsanız olamazsınız. Aşk dünyanın en güzel duygusu. Evet, biz filmlerde, dizilerde iki insanın aşkı gibi oynuyoruz ama kitaba, tanrıya, ağaca duyduğunuz aşk bunları oynamanız lazım. Aşkla bakabiliyor olmanız lazım. Toplumun tabusu cinsellik diye bu soru çok üzücü bir soru. Ama tabii oyunculuğu nasıl yaptığınızla ilgili. Bizim işimiz o, mesleğimiz.
-Cimri biri misiniz?
B.F.: Ben hiç değilim.
E.R.: Barış asla. Barış'ı her konuda kandırabilirsiniz parayla ilgili. Yani diyebilirsiniz ki işte bu birkaç yüz bin falan Barış onu şey yapmaz, yok onun para mefhumu. Ben cimri değilim ama tutumluyum. Ben tutumluyum. Tutumlu olması gerektiğini düşünüyorum herkesin de. Kolay değil hayat. Benim ailem bana öyle öğretti. Evde yemek atmam. Hiçbir biçimde ekmek atmam. Bereketinin kaçtığına inanırım. Kıyafetlerimi çok güzel kullanırım. Ayakkabılarım asla eskimez. Eskimiyorsa da almam. Modanın da kurbanı olmam. Zaten Barış alıyor.
M.R.: Şimdi güzel bir söz var. "Ucuz mal alacak kadar zengin değilim" diye. Bir şeyin kalitelisi varken kalitelisinden birkaç tane alıp onlara güzel bakmak daha mantıklı bence ama annem metaya para harcamaz, deneyime para harcar.
-En çok neye para harcarsınız?
E.R.: Deneyim.
M.R.: Spor ve arkadaşlarımla geçirdiğim güzel zamana. Ailemleyken para harcamıyorum, onlar harcıyor (gülüyor).
B.F.: Bizim yatırım burada duruyor. Dolayısıyla ikimiz de memur çocuklarıyız. Müthiş şartlarla falan büyümedik. Ben annemi de babamı da toprağa verdim. Maddi olarak bir şey kalmamıştı bana. Manevi olarak bıraktıkları bence çok şanslıydım o anlamda ama dolayısıyla inandığımız, kendimizin yapamadığı bir sürü şeyi evladımıza yaptırmak istedik. Onun deneyimlemesini istedik. Evet deneyime geliyor günün sonunda ama yatırımı buraya yapıyoruz. Yani öyle betona yapmamaya çalışıyoruz.