İBRAHİM ALTAY Atilla Dorsay, Türk Sineması’nın canlı hafızası. Bugüne kadar üretilen 7 bin Türk filminin hemen hemen 2 bini hakkında eleştiriler kaleme aldı. Türk Sineması’nın gidişatını ve gelişmesini yakından gözlemledi. Aynı zamanda çok verimli bir yazar olan Dorsay’ın 45. kitabı Sinemamızda Değişim Rüzgarları geçtiğimiz günlerde Remzi Kitabevi etiketiyle raflardaki yerini aldı. Atilla Dorsay’la Türk Sineması’nın bugünü ve geleceği, sinema yazarlığındaki değişim, eleştirmen-yönetmen ilişkisi ve gelecek perspektifi hakkında konuştuk. - Sinema yazarlığınız yarım asra yaklaşıyor. Her filme sevinerek, ‘Bugün inşallah yeni, farklı bir şey göreceğiz’ diye geliyorum. Bu beklenti her zaman gerçekleşmiyor ama gerçekleştiği de oluyor. Çağdaş sinema hâlâ çok güzel şeyler üretebiliyor. Dolayısıyla, bu işin sonu yok şimdilik. Bir de yeteneğimde, zekamda, kapasitemde bir düşme sezmiyorum henüz. - İnsan bunun farkına varabilir mi? - Meslek hayatınızın 45. yılında 45. kitabınız yayımlandı. Son kitabınızda Türk Sineması’nın son beş yılını inceliyorsunuz. EŞKIYA BENİ ÇOK HEYECANLANDIRMIŞTI Çünkü o yıla kadar Hollywood filmleri, dünya filmleri en azından bir yıl bazen iki yıl geç gelirdi. 89’dan itibaren bu değişti. Seyircinin bütün ilgisi yabancı sinemaya yöneldi. O yıllar çok acınası yıllardır. Yerli film çok azalmıştı, yapılan filmler sinemalara gelmiyordu, gelenler de iş yapmadığı için üç-dört günde kalkan film hatırlıyorum. - Bu nasıl aşıldı? Yine aynı yıllarda, yani 90’lı yılların ikinci yarısından itibaren Türk sinemasının bugün hâlâ çok önemli olan yaratıcı sinemacılar iş başına geldiler. Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Yeşim Ustaoğlu, Derviş Zaim, Reha Erdem derken yepyeni bir kuşak geldi. Gördüğünüz gibi birkaç yönlü bir gelişme var. Önemli olan yanı bu... - Birkaç yönlü gelişme derken neleri kastediyorsunuz? Ayrıca hem popüler olan, ama aynı zamanda gayet düzeyli filmler de çekiliyor. Mesela Babam ve Oğlum, Av Mevsimi ya da diğer arkadaşlarım buna katılmaz ama Mahsun Kırmızıgül’ün en azından ilk iki filmi gibi. Dolayısıyla en azından üç temel yönlü bir gidiş var. - Peki bu değişimin sinema yazarlığına etkisi nasıl oluyor? İyi film olacak ki biz de iyi şeyler yazalım. Son yazılarımdan mesela Siyah Kuğu eleştirimi çok beğeniyorum. Bence bir başyapıt ama film de bir başyapıt. Yani karşımda bir başyapıt görünce ben de etkileniyorum. Oturup hem özen gösteriyorsun hem de içinde bir coşku oluyor. ‘Şu filmi layıkıyla anlatabilmeliyim’, ‘Şu filme güzel bir eleştiri yazabilmeliyim’ diyorsun. Vaktiyle Eşkıya için yazdığım yazıyı da beğenirim, çünkü çok heyecanlandırmıştı beni. Eleştirilerimin okunduğunu biliyorum Bugün almıyoruz. Onların zaten kendi dernekleri var. Gayet iyi işler de yapıyorlar, ama ayrı bir alan. Çok karıştırmamak lazım. 80 civarında gerçek anlamda, Batılı anlamda sinema yazarı olan, sinema üzerine düşünen, yazan, üreten üyemiz var. Tabii şimdi başka alanlar da çıkıyor. İnternet yazarları televizyonda sanat programları yapanlar, onları da alıyoruz, iyi şeyler yapıyorlarsa. - Eleştirilerinizin yönetmenleri ya da Türk Sineması’nı etkilediğini düşünüyor musunuz? - Sinema eleştirmenleriyle yönetmenler arasındaki ilişki görüşlerinizi etkiler mi? Benim kadar tutkuyla yazan olmadı Ama arkasından birdenbire Yumurta, Süt ve Bal üçlemesi geldi, onları da çok sevdim. O, sanatsal filmler yapıyor diye yaptığı her şeyi beğenmek zorunda değilim. Aynı biçimde Nuri Bilge’nin filmlerine bayılıyorum. Ama mesela İklimler filmini daha az sevdim, üç yıldızla yetindim. Dolayısıyla ben sanatsal diye sunulan her çabayı beğenmek zorunda değilim. Beğendiklerim ve beğenmediklerim oluyor. Reha Erdem’e bayılıyorum. Her filmine dört yıldız verdim son yıllarda. Halbuki zor bir sinema, kabul etmek lazım. Pat diye içine girilebilecek bir sinema değil. Benim iyi filmlere sanatsal filmlere sempatiyle bakmadığım çok büyük bir yalandır. Benim temel farkım belki şu: kaliteli olmak kaydıyla popüler işleri de seviyorum. İşte Eşkıya, Hokkabaz, Vizontele serisi, Devrim Arabaları, Beyaz Melek, Güneşi Gördüm. Son olarak Kaybedenler Kulübü. O film üzerine iyi şeyler yazıldı, ama benim kadar tutkuyla yazan olmadı.. - Eleştirmen olarak soğukkanlılığınızı yitirmiş olmuyor - Türk Sineması’nın geleceğiyle öngörünüz nedir? Ama ben Türkiye’nin bu dönemde bir bölümü hükümete ait olan, bir bölümü de dünyanın genel durumundan kaynaklanan gelişmelerle iyi bir yolda olduğunu düşünüyorum. Türkiye şanslı bir ülke, jeopolitik konumu hep başına bela olmuştur ama belki de şu anda tarihte ilk kez bu ona yarar getiriyor. Türk Sineması da bütün bu genel konjonktürden yararlanıyor. Türkiye gündemde, Türk Sineması da gündemde Hazır bir gelişme, yayılma ve kendini tanıtabilme alanı buluyor. Altyapı hazır. Ama bu yetmez. Bunun üzerine birçok insanın çıkıp güzel filmler yapması lazım. - Ekonomik ve toplumsal gelişmeyle mi ilgili sinemanın dönüşümü? Başka şeylerin de eklenmesiyle bu hikayeler çok iyi biçimde anlatılmaya başlandı. Bu gelişmeler Türk sineması mucizesini doğurdu. Türkiye tanınıyor, ilgi çekiyor. Bütün festivaller Türk Sineması’nın peşinde. Aldığımız yabancı ödüller artık sayılamayacak kadar çoğaldı. Türklerin olduğu ülkeler başta olmak üzere birçok yerde de filmlerimiz gösterime çıkıyor. - Bu, Türk Sinemasının geleceğine nasıl yansıyacak?