Fotoğraf sanatçısı Cem Talu, Türkiye’nin ünlü isimlerine yılların onlara neler öğrettiğini sormuştu. Bu isimlerden biri de Mehmet Ali Birand’dı ve çok çarpıcı cevaplar vermişti. 'Bence hayattaki en büyük gizem telefon. Ses nasıl gidiyor buralardan? Karşıdaki adamla nasıl konuşturuyor beni? Hala stüdyodan uyduya gidip, televizyona nasıl geldiğini, internette milyarlarca yazı içinde sorduğum sorunun cevabının anında bulunmasını çözebilmiş değilim. Onu yaratan insanlara hayranım işte.' 'Benim hayatta en büyük korkumdur, standart bir insan olmak.' 'Kamera kadar doğruyu, yalanı, yapmacığı bulan başka hiçbir alet yoktur. Bakın nice güzel insan kamerada güzel değildir. Kamera severse seviyor, sevmezse ne kadar deneyimin olduğu önemli değil' 'Çocukken sağlıkla ilgili yeteri kadar acı çektim, bundan sonra ölümcül bir hastalığa artık tutulmam' dedim. Ama tutuldum. En iddialı lafım oydu: 'Bundan sonra bana bir şey olmaz...' 'Gazetecilik eskiden fakir, bir çay, bir simit ile gününü geçiren, başarılı olamamış kişilerin mesleğiydi. Şimdi her ne kadar irtifa kaybetmiş olsa da iyi para kazanabilen, etkili olabilen, sosyal statüsü yükselmiş bir meslek.' 'Babam Maliye Bakanlığı’nda müfettişti. Ama onu tanımadım hiçbir zaman, 2 yaşımdayken kaybetmişiz. Annemle büyüdüm ben. Annem benim babamdı. Kardeşimdi, her şeyimdi.' 'Galatasaray'a gidene kadar ne olacağımı bilmiyordum. Hiçbir fikrim de yoktu. Lisede gözüm gazeteciliğe gitti. Gazeteciliği büyük bir sürünün içinde kafasını kaldıran koyun gibi gördüm. Milyonların arasından kafasını kaldırıp, bir şey söyleyen bir koyun.' 'Gazeteler her zaman özel iştiraklerdi. 1950'ler, 1960'lara kadar daha çok iktidarlara sempati duyan patronların işiydi. Muhalefet tonu yükselmeye başladı. 80'lerde, 12 Eylül'le birlikte biraz düştü. 1983'ten itibaren Özal'la birlikte fırladı, şimdi yine düşüşte. Artık yaşamak isteyen, iktidara çok fazla sert çıkmıyor daha doğrusu.' 'Piyano çalabilmeyi çok isterdim. Ben kadınlar üzerinde bundan daha etkili başka bir alet göremedim. Ellerim çok güzeldir, bütün flörtlerim bunu söylerdi. Bu eller ile piyano çalmamış olmak çok içimde kaldı. Oğluma sille tokat piyano öğrettim onun için. O da akılsız olduğu için üzerine gitmedi bıraktı.' 'Gazeteciliği aslında çıraklıkla öğrenirsin. İçinde o merak varsa, çalışma hırsın varsa, yeteneğin varsa, insanı anlayabiliyorsan gazeteci olabilirsin. En büyük dersi Abdi İpekçi ve Sami Kohen'den aldım ben. Onlardan, nasıl taraf olmadan gazetecilik yapılır, onu öğrendim.' 'Türk okuru diye bir şey yok; Türk okurları var. Demokrat Türk okuru var, Kürt Türk okuru var. Farkir Türk okuru var. Zengin Türk okuru var. Her kesimin de kendi yazarı, kendi gazetesi var. Doğrusu da o herhalde. Kalkıp hepsine hitap edemezsiniz. Hele Türkiye gibi bir ülkede bu daha da zor. Çünkü değer yargıları çok farklı.Dikkat edecek olursanız, birçok ülke kendi içinde hesaplamıştır. Kimi iç savaş görmüştür, kimi dış istila görmüştür, sömürge olmuştur. Kısaca, travmatik bir dönemden geçmiştir. Daha Türkiye kendiyle hesaplaşmadı ki...' 'Gazeteciler ve anchormanler arasında en iyi kazananların arasındayım ve bundan da büyük keyif alıyorum.' 'Habercilikte aldığım en büyük risk, Öcalan'dı, o da yüzümüze patladı. 84'ten 88'e kadar Apo, kimdir, ne yer, ne içer, bilinmeyen bir insandı. Ben de Milliyet Gazetesi için gittim, röportaj yaptım. İlanlarını verdik, Güneydoğu ve asker ayağa kalktı, polis geldi. Başbakan Turgut Özal, Atina'dan savcılara emir verdi ve bana tutuklama emri çıktı, gazete de toplatıldı. Ondan sonra dava üstüne dava. Sanki ben başlatmışım gibi, bana Kürt sorununu başımıza saran adam dendi. Çok uğraştı asker. Ama benden sonra herkes gitti konuştu. Böyle işerde ilk yapan cezayı çeker her zaman.' 'Abdi İpekçi'yi kaybedeli 33 sene oldu. Hala rüyamda görürüm. Gazeteye gelir, 'Hadi Mehmet Ali, bıraktığımız yerden başlayalım' der. Kimse öyle bir suikasti tahmin etmiyordu. Öldürülecek bir insan değildi. '32. Gün, Türk toplumunun yabancı liderler kompleksini tatmin ettiğinden dolayı başarı kazandı. Bir Türk'ün, bir İngiliz, bir Alman başbakanı karşısında ayak ayak üstüne atıp, önünü iliklemeden, iki büklüm olmadan soru sorması insanları hayret ettirdi önce. Sonra da bana hayran etti.' '32. Gün'ü seyrederek yaptım, tekerleği yeniden keşfetmedim ki. Aynı çabayı göstererek, aynı olaya giderek gazete ile 400 bin kişiye hitap etmek yerine, televizyonda 10 milyon kişiye hitap etmek bana daha cazip geldi. Bakalım ne olur diye başladı. Kendimi ekranda görmek hoşuma giderdi, hala da gidiyor. Televizyoncunun zaten biraz kendini seven birisi olması gerekir. Televizyoncu eğer doğal olmazsa anında yok olur.' 'Demirel'in kimseyle davası olmadı. Çünkü bence o, yüreği çok geniş, kin tutmayan, gerçek bir politikacıdır. Özal da kin tutmazdı. Politikacının kin tutması gerekir, yoksa sorununuz hiç çözülmez.' 'Üç dönemi vardı 32.Gün'ün. İlki 1985-1992 tek kanal döneminde, ‘yapılmayanı yapmak’, konuşulmayanlarla konuşmak. İkinci süreç çok kanallı dönem, o zaman da konuşulmayanları konuşmak, yani ‘cesaret’. Üçüncüsü de 2005'ten bu yanaki ‘Talk-Show’. Çünkü artık herkes 32.Gün yapıyor.' 'Bir erkek için en güzel yaşlar 40'lardır. Para sahibi olmuştur, olmadıysa zaten artık imkanı yoktur. Kadından anladığı, cinsellikte deneyimiyle en iyi olduğu dönemdir.' 'Diziler reytinglerde birinci, ikinci, üçüncü olabilmek için milyarlar harcıyor. Ama ilk 10'a bakın, mutlaka üç-dört tane ana haber bülteni görürsünüz. Türkiye politik bir toplumdur. Batıda politika artık bu kadar önemli değil. BBC'den en son gördüğüm, Londra'daki yaşlı bir kadının iğfal edilip çantasının çalınması haberinin birinciliğiydi.' '2005'te teklif ettiler, ‘Haber bültenini sunar mısın?’ diye. Çoğu kimse haber sunuculuğunu bir robot işi olarak gördüğünden ‘Yazıktır, olur mu böyle şey? Yapma, yapamazsın...’ dediler. İlk başta çok zorlandım, özellikle o zaman beni AB grubu sevmedi. Laubali buldular. Alışmışlar, kibar bir şekilde, çok güzel Türkçeyle ekranda duruşları olan Uğur Dündar, Ali Kırca gibi insanları izlemeye. Benim yorumlar yapmam insanlara başta itici geldi. 6-7 ay sürdü. Sonra alışmaya başladılar.' 'Ana haber bülteninde bir nevi köşe yazısı yazıyorum, istediğim gibi yazmamakla birlikte. 8 milyon kişinin önüne çıktığımız zaman müşterinizi mümkün olduğu kadar geniş tutma çabasındasınız. İhtilaflı konuları daha geri planda tutuyorum, orada halkın günlük yaşamı beni daha çok ilgilendiriyor. Haberlerde TEM'deki kazanın, emniyet şeridinden geçen magandaların, karısını döven heriflerin üstüne yürümek beni daha çok ilgilendiriyor. Anchorman olarak söylemediğim asıl şeyleri, köşe yazımda söylüyorum.' 'Ya Prompter'e güvenip onu okuyacaksın ya da tamamen kendin konuşacaksın. Bu beynin iki ayrı fonksiyonudur. Okurken beyin dikkatle kendini okumaya göre odaklar. Konuşurken ise beyin cümleleri üretip sana söylettirir. İkisi birleşince karmaşa çıkar. Prompter sana hiç hata yaptırmaz, yeter ki ona esir ol. Ama onu değiştirmeye çalışırsan, seni de götürür.' 'Benim televizyona getirdiğim şey, çok komplike şeyleri basitleştirebilmek. Kendimi daima kameranın arkasında beni izleyenlerin yerine koydum. Onlar gibi tepki verdim. Bu da insanların hoşuna gitti. Benim anladığım anlamda Türkiye'de anchorman, yorumuyla birlikte perde arkasını verendir.' 'Konuklara en çok herkesin aklındaki soruyu sormayı severim. Mesela başbakanla karşı karşıya gelsem 'Niye bu kadar sinirlisiniz?' gibi. Ekranda ve gazetede en tehlikeli şey, soru sorayım derken yoruma girmek. 'Bildiğiniz gibi...', 'Dendiği gibi...' diye başlayıp uzun süren sorular kadar gazeteciyi veya televizyoncuyu öldüren bir şey yok. İnsanların vakti yok, hele Türkiye gibi çok çabuk tüketen bir toplumda. Seyirci, maymun iştahlıdır, bir şeyi beğenir, tüketir, bırakır. Hemen başka bir şey ister. Tüketemediği tek şey haberdir, çünkü haber hep değişir. PKK terörü hep vardır ama hep ayrı yerde, ayrı şekilde vurur.'