Benim bir davete katılmam zor iştir. Kendimde pek o cesareti, hevesi bulamam. Ama Şengül Balıksırtı dostum davet edip, çok nazik mesajlar atınca, bir de gazetenin "30. yılı" deyince, 'çaresiz', daha çok da görev duygusuyla kabul ettim. (Ah bu 'görev duygusu'...)
Pera Palas benim evim gibidir. Kadir Has Üniversitesi'ne çok yakın olduğu için neredeyse bütün randevularımı orada veriyorum hayli zamandır. Yeni dekorasyonunu da çok beğeniyorum. Barına öteden beridir giderdim. Ama benim için bu otel kapıdan girince soldaki pastanedir. Ankara'da yaşadığım dönem, İstanbul'a geldiğimde kaldığım Büyük Londra Oteli'nden çıkıp kaç sabah o pastanede oturdum, yazı yazdım, çalıştım. Sonra bir ara kapandı. Derken artık ortaya değil de, içinde büyük, görkemli kitapların, bana Paris'te gittiğim ve çok sevdiğim bir mekanı anımsatan kırmızı kadife koltukların yer aldığı bölüme gidiyorum.
Oralara gitmedik. Resimlerini göreceğiniz görkemli masa onun arkasındaki büyük salonda hazırlanmıştı. Girince içim ısındı. Masalar benim için önemlidir. Bu kadar güzel, gösterişli bir masanın lezzetini niye inkar edeyim? Hele içi su dolu ağzı verev kesilmiş, güzel cam kaplardaki mor orkidelere, nefis meyveliklere diyecek yoktu.
Girdiğimde ilk konuklar gelmişti. Mehmet Barlas Bey'le biraz sohbet ettik. Azra Akın vardı. Sonra Hıncal Abi geldi. Yeşil pantolonu ve fıstıki gömleğiyle çok şıktı. O bütün havayı değiştirdi. Esprileri, bana takılmaları... Ne de olsa 35 yıllık abimdir ve ilk ustalarımdandır. Derken Emel Sayın, derken Hülya Avşar ve diğer konuklar geldi. Hıncal Abi'nin haklı "Acıktım, şeker hastasıyım" velvelesiyle, diğer kadınlar gibi kendisi de beyaz elbisesi içinde çok şık olan Şengül Balıksırtı bizi sofraya davet etti. Elbette yemekler çok güzeldi. Elbette sohbet fevkaladeydi.
Sofradayken biz, Kenan İmirzalıoğlu geldi. İki uzun boylu insan olarak Mehmet Bey'le atıştılar, "Ne yapalım ben de kısa boyluyum" dedim, zaten İmirzalıoğlu da büyük nezaketiyle beni öpmek için yarı beline kadar eğilmişti. O arada Mustafa Sandal geldi. Sofranın yıldızı Hıncal Abi'ydi. Getirilen tadımlığı (küçük bir lokma karidesti) yemedi. Dana karpaçyoyu reddetti, "Yahu yiyecek bir şey yok mu?" dedi, tereyağı ve ekmekle kifafı nefs ederken, sebzelikteki turpları ve büyük, kavun kadar büyük sarı biberi (çektim fotoğrafını, bakınca hâlâ gülüyorum) kaptı, kesip yedi. Zar zor ona bir peynir tabağı yaptılar, kısacası o görkemli sofrada gene peynir- ekmek-su (benim vazgeçilmez ve muhteşem menüm) ile karnını doyurdu.
YENİ BİR YAKLAŞIM
Günün sürprizi benim için Emel Sayın'dı. Bir ay önce kolunu, omuzunu kırmıştı. Bastonla yürüyordu. Her zamanki zarafeti, nezaketi içindeydi. Konuşmaya başladık. Neler konuşmadık ki... Mesela onu ilk kez 1966 yılında Ankara'da Güney Park Aile Gazinosu'nda görmüşüm. Üstünde sarı bir elbise var. Ayaklarında sarı 'lame' papuçlar, kolunda gene o renk 'lame' bir çanta. Sabit bir mikrofona ilk parçasını, kolunda o çantayla söylüyor. Annem ertesi gün lame çanta ve pabuç peşine düşüyor. Sonra yıllar akıyor, sinemada, filmlerde onu görüyorum. Onu her zaman çok ilginç, özel yaşantısıyla da döneminin çok ötesinde bir kadın olarak izliyorum. Aşkları, evlilikleri, müziği, sahnesiyle sürekli olarak hayatımızda. O kadar ki onunla yaşadık hayatı dersem yanlış değil.
O arada Hıncal Abi bir anısını anlatıyor. Belki yazar ama ben de yazayım. Bahçelievler'de, Ankara'da, bir düğün salonuna giriyorlar, arkadaşlarıyla. Birisi sahnede. Sonra birisi, "Mahallemizin kraliçesi" diye bir genç kızı davet ediyor: Emel Sayın. Sonra Hıncal Abi, eski eşi Holly'nin diz boyu Ankara karında nasıl onu Çankaya'dan Marmara Oteli'ne kadar yürüttüğünü anlatıyor. Sonra nasıl Amerikalı eşinin Hıncal Abi'ye kızıp oraya gelmediğini, onun da bunun üstüne sabahın 5'ine kadar evde kaldığını anlatıyor.
Biz tekrar Emel Hanım'la kendi aramızda kaynatıyoruz. Mehmet Bey ve Hülya Avşar espriler yapıyor. Bir ara Sonat Bahar'la konuşuyoruz. Sonra yemek bitiyor, o güzel kırmızı salona geçiyoruz. Emel Hanım'la yan yana oturuyoruz. Fotoğraflar çekiliyor. Derken onu yolcu ediyorum, ben de ayrılıyorum. Yolda nefis bir öğlendi diye düşünüyorum, mabet kadar sevdiğim üniversiteye dönerken, Tepebaşını geçip...
SABAH'ın 30. yılı... 1980'li yılların ortası. Her zaman belirttim: Türkiye hâlâ bir cehennem, ama ne cehennem, bilenler bilir. O dünyaya açıldı SABAH. İlk sayısının çıkışını anımsamıyorum. Mesela o korkunç reklam kampanyasının ardından ortaya çıkan Güneş aklımda da SABAH pek öyle değil. Gene de onu izledik elbette. Farklı bir sesti, yeni bir yaklaşımdı. Eleştirdik de. 30 yıl önce başlıca işimiz oydu.
SABAH'ın bende üç büyük dönemeci var. Birincisi, Kültür Bakanlığı'nda çalıştığım yıllarda bir bayram öncesinde SABAH, bayram günlerinde de yayınlanacağını söyledi. Aman ne itirazlar. O sırada gazeteler bayramda yayınlanmaz, yerine uyduruk bir bayram gazetesi çıkardı. Nasıl sevinmiş ve desteklemiştim. Benim gibi dur durak bilmeksizin çalışan biri için bu bir milattı ve hiç yapmadığım bir şeyi yapıp o sırada bir konu görüşmem gereken Zafer Mutlu'ya memnuniyetimi bildirmiştim. O Kültür Bakanlığı yılları ki, 1990'ların ilk yarısıdır, SABAH'ın Ankara Bürosu'na gidip gelmeye başladım. Fatih Çekirge dostum büronun şefiydi. Derken idari yönetici diye anımsıyorum Yavuz Onursal'la dost olduk. İkisinin de alicenaplığıyla neredeyse her gün o büroya gidip geldim. Ne anılar biriktirdim orada, nelere tanık oldum, bir gün yazarım.
İLGİNÇ BİR GAZETEDİR
Sonra İstanbul'a göçtüm ve benim için SABAH'ın üçüncü dönemi başladı. O sıralar Radikal'de yazıyordum. Derken 2005 yılında Amerika'ya gidecektim uzun bir süreliğine. Bir gün GYY Ergun Babahan dostum aradı. Beni Kenan Tekdağ'la birlikte Park Şamdan'a yemeğe davet ettiler ve orada SABAH'ta yazmamı istediler. Ben de yola çıkıyorum. Bir türlü anlaştık. Sonra o iş olmadı, kaldı, ben bazı sıkıntılar yaşadım, önemi yok. Derken döndüm ve bir gün Yavuz Onursal beni sabah kahvaltısına davet etti, Ankara'dan gelmişti. TMSF gazeteye el koymuş, o da yönetici olmuştu. 2007 Mayıs'ında onun davetiyle ve Ergun'un desteğiyle ayın 12. günü yazmaya başladım. O gün bugündür yazıyorum. Başlangıçta üç yazıydı, şimdi Pazar Eki yazısı da eklendi. O arada sahipleri, mülkiyeti el değiştirdi, GYY değişti...
SABAH ilginç bir gazetedir. Zamanında iyi işler de yaptı, bütün gazeteler gibi yanlışları da oldu. Ama ileride bir gün bütün gazeteler gibi o da doktora tezlerine konu olacak. (Belki olmuştur bile...) Politik yönsemeleri ne olursa olsun, SABAH, Türkiye'de daima ve mutlaka belli bir çizginin üstünde kalmış, yenilikçi olmuş bir gazetedir. O yenilikçiliği meydana getiren unsurları teker teker sayıp dökemem. (New York Times'ın haftada bir kez ek olarak verilmesini ben çok önemsemiştim, örneğin.) Fakat, SABAH denilince akla bir yenilikçiliğin, farklılığın geldiği muhakkaktır. SABAH'ın bugün de daha fazla şeyler yapabileceğini düşünüyorum. Her şeyden önce kentli bir gazete SABAH. Akıllara öyle kazındı. 1980'lerin getirdiği, yenilikçi bir gazete olunca kompozisyona bu da ekleniyor. Bu açıdan bakınca benim için SABAH'ın ekleri her zaman önemli oldu. Hâlâ da öyle. Bu eklerin Türkiye'ye önemli bir değişiklik getirdiği kanısındayım. Şöyle ki, sonunda, gazetelerin kendileri ekleri, ekleri de gazete oldu diyorum ve SABAH'ın başarılarından biridir. Son derecede canlı, üretken, dünyayı izleyen, hareketli mecralar ekler. Ben de Pazar Eki'nde büyük bir zevkle yazıyorum. Şengül Balıksırtı'nın (Türkiye'de, galiba dünyada da, en sevdiğim soyadı), Necla Bayraktar'ın, daha önceleri Figen Yanık'ın katkılarını unutmak olanaksız.
O gece SABAH'ı, 1980'leri ve 90'ları, sonra kendi SABAH serüvenimi düşündüm. Kendi kendime "Ne yemekmiş ama...' dedim, yemeği ertesi gün dostlarıma ballandıra ballandıra anlattım. Nice 30 yıllara SABAH...