Mitolojiden çıkıp gelmiş bir yaşam öyküsü bu. Kafasını taktığı faniye son nefesine kadar rahat yüzü göstermeyen Olympos'un en güçlü üç tanrısından biri Poseidon'a karşı Odysseus'un meydan okumasından farksız bir hayat... O da tıpkı Homeros'un kahramanı gibi bir beladan kurtulmadan yenisini göğüslemek zorunda kaldı. O da yurduna dönebilmek için kaç okyanus aştı, kaç fırtınayla boğuştu, kaç kez yelkenleri yırtıldı, kürekleri kırıldı, kaç kez karaya ulaştığını sandığı anda yeniden açıklara savruldu. Mikis Theodorakis'ten söz ediyoruz. 80 yıllık çınardan. Ya da bizim oralarda, o kutsal diyarda yetişen ve çile, sabır, meydan okuma karışımı anıt ağaç zeytinden. Ege'nin iki yakasının da evladı, büyükler büyüğü besteciden. Elinizi vicdanınıza koyun; gezegenimizin 6 küsur milyar insanından kaçı hayatına bir dünya savaşı, bir iç savaş, iki darbe, ikisi askeri ve biri sivil üç diktatörlük sığdırabilir? Kaçı öldü diye üç kez atıldığı yerden tam Azrail sürükleyerek öte tarafa götürmek üzereyken kurtulabilir? Sürgünleri, fiziki izlerini bugün bile taşıdığı ve kemiklerindeki tarifsiz sızıların kaynağı olan falakaları (Yunanlılar ona "falanga" diyorlar. Sanki matah bir şeymiş gibi birbirimizden apartmışız) hiç saymayalım. Karanlık ve nemli hücrelerde geçen aylarını da toplama kamplarında çürütülen yıllarını da... Ama bir tesellimiz var. Sysphe'in çilesiyle boy ölçüşebilecek bu acılar kayası, Socrates'in hayatını noktalayacağını bile bile hiç tereddütsüz bir dikişte bitirdiği baldırandan farksız o zehir yıllardan süzülen damlalar, Theodorakis'i yarattı. Tabii onun dünyadaki hiçbir dilin anlatmaya yetmeyeceği, Zeus'u bile kıskandıran büyüleyici müziğini de... Zorba misali coşkusunu ve hiç sönmeyen yaşam meşalesini de... Antik Çağ'a bu göndermelerden sonra Theodorakis'in, bizim oraların çocuğunun nostalji yüklü maratonunu anlatmaya geçebiliriz. İşte 1922 yazı sonunda Truva'dan, pardon Çeşme'den Ege'ye açılan Odysseus'un destanı... Aspasya Pulakis, Mustafa Kemal'in "İlk hedefiniz Akdeniz'dir, ileri" emriyle orduların dört nala İzmir'e aktıkları günlerde, can havliyle Ege'nin sularına atlayan -bizim kaynaklara göre 800 bin, karşı tarafa göre 1.5 milyon- Anadolu Rumu'ndan biriydi. Çeşmeli'ydi. Ailesiyle birlikte karşıya, birkaç kulaç ötedeki Sakız'a kaçtılar. İki yıl sonra 18 yaşındaki Aspasya'nın gözleri dolarak Anadolu kıyılarını seyrettiği günlerin birinde, Girit'in Galata köyünden, o sırada Sakız'da görev yapmakta olan devlet memuru Yorgo Theodorakis onu istetti. Gönlü var mıydı Aspasya'nın, yoksa belirsiz bir geleceğe karşı can simidi mi gördü, bilmiyoruz; ailesinin "Ne diyorsun kızım" sorusuna olumlu anlamda yorumlanan sessiz baş bükmesiyle yanıt verdi. Mikis Theodorakis o evliliğin ilk çocuğu olarak 29 Temmuz 1925'te Sakız'da dünyaya geldi. Aile aynı yıl Midilli'nin merkezi Mitilen'e taşındı. Babanın tayini nedeniyle. Yine Anadolu yakınlarına. Bu kez Ayvalık karşısına. Ve Theodorakis'in yaşamının ilk yılları babasının siyasi görüşüne yakın ya da uzak iktidarların terfi-sürgün kararları nedeniyle bir yerden diğerine savrulmakla geçti: Siros (Ege adası), Atina, Yanenena (Epir'in merkezi), Argostoli (İyon Denizi'ndeki Sefalonya adası), Patras, Tripolis (Peleponnnes'in merkezi), Pirgos... Uzayıp gidiyor. Çünkü baba Yunanistan'ın büyük devlet adamlarından Elefterios Venizelos'un (1864-1936) ateşli yandaşıydı... Doğal; Venizelos hemşerisiydi onun. Giritli. Bitmek bilmeyen bu tayinler arasında bir kardeşi oldu: Yannis. 1932'de. Sonra 1935'te krallığın geri gelmesi, II. George'un tahta çıkması. Ertesi yıl General Yoannis Metaksas'ın darbesi ve askeri diktatörlük dönemi Mikis Theodorakis ilk müzik eğitimini o kasırgalı yıllarda, 1937'de Patras'ta almaya başladı. Halk eğitim merkezine gidiyordu. Metaksas aşırı sağcıydı, otoriterdi ama yurtseverdi. (Tıpkı Hitler'in desteğiyle iç savaşı kazanan ama İspanya'yı İkinci Dünya Savaşı'na sokmayan General Franko gibi.) Mussolini'nin üslerini İtalya'ya açması ültimatomuna hiç düşünmeden "Ohi" (hayır) dedi. Faşist liderin yanıtı birliklerini Yunanistan'a göndermek oldu. Tarih: 28 Ekim 1940. Yunan orduları onları öyle bir kovaladı ki, soluğu Arnavutluk'ta aldılar. Mussolini'nin imdadına Hitler koştu. 5 Nisan 1941'de Wehrmacht, Nazi Almanyası orduları, Yunanistan'ı işgal etti. Peşlerine İtalyanlar'ı ve Bulgarlar'ı da takarak. Ayın 27'sinde Atina düştü, Yunanistan teslim oldu. Ülke üç işgal bölgesine bölündü: Alman, Bulgar ve İtalyan. Theodorakis ve ailesinin o sıralar bulunduğu Tripolis, İtalyan bölgesinde yer alıyordu. O yılın kışında Yunanistan, özellikle Atina ve Selanik açlıktan kırıldı. 300 bini aşkın kişi öldü. Yine o günlerde Theodorakis'in ilk şiir kitabı yayınlandı: "Siao." Hemen ardından ilk bestesi, bir tür ağıt olan "I Kassiani", Tripolis'teki bir kilisede icra edildi. Müthiş heyecan dalgası yarattı ve işgal altındaki Yunanistan'da umut tomurcukları patlattı. Bestecimiz henüz 17 yaşındaydı. Ve yine o günlerde Yunanistan'ın -Osmanlılar'a karşı- bağımsızlık savaşının kahramanlarından Theodorakos Kolokotronis'in (1770-1843) kemikleri memleketi Tripolis'e nakledildi. Mezar başındaki gösterilerde Theodorakis, bir İtalyan subayı yumrukladığı gerekçesiyle tutuklandı. Cezaevi ve işkenceyle böyle tanıştı. Niyetimiz Yunan tarihini özetlemek değil. O nedenle işgalin sonunu, ardından iç savaş yıllarını, bugün bile vicdanları kanatan solcu milletvekili Grigoris Lambrakis'in 21 Nisan 1963'te Selanik'te suikaste kurban gitmesini (Hatırladınız mı; "Z" yani "Ölümsüz" filmi onun öyküsüydü), Albaylar Darbesi'ni, cunta yıllarını anlatmayacağız. Hatta Kıbrıs Barış Harekatı ve Yunanistan'ın demokrasiye kavuşmasının öyküsünü de. Hatta hatta, sonraki yılların günümüze kadar uzanan çalkantılarını da. Ancak bir paragrafta geçiştirdiğimiz bu 60 yılın Theodorakis'e bıraktığı mirastan birkaç sayfayı aktarmak da boynumuzun borcu. Buyurun: Yıl 1946: Yunan halkının 10'da birinin yok olduğu savaş sonrası, işgale direnen solcular hain ilan edildi, Alman işbirlikçileri de yurtsever. 26 Mart'ta Atina'da on binlerce kişi ve de Theodorakis "Kaptan Zakaryas'ın Şarkısı" eşliğinde yürüdü. Theodorakis'in işgal yıllarında bestelediği parçaydı bu. Topluluk Sintagma (Anayasa) Meydanı'na yaklaşırken güvenlik güçleri Teodorakis'in çember içine aldılar. Vur Allah vur. Bilincini yitirdi. Kendine geldiğinde morgtaydı. Kafatasında kırık vardı ve sağ gözü neredeyse hiç görmüyordu. Dostları izini sürüp hastaneye nakletti, 2 ay ölüm ile hayat arasında gidip geldi. Yıl 1948: Yunanistan'da solcu avı başladı. Atina'nın Anadolu göçmenlerinin yaşadığı Yeni İzmir (Nea Smyrni) semtindeki baba evinde ele geçirildi Theodorakis ve Anadolu kıyılarına yakın İkerya adasına gönderildi. Orada öyle dövüldü ki aylarca kendine gelemedi. Ancak can dostu Pavlos Papamerkuryu ondan daha kötü durumdaydı: İşkencede omurga kemiği kırılmış ve idama mahkum olmuştu. Cellatlar sehpaya sandalyede taşıyıp astılar. Theodorakis ilerde "Ölü kardeşin baladı"nı onun için besteleyecekti. O yılın sonlarına doğru mahkumlara "pişmanlık hakkı" tanındı. Reddedenler Atik yarımadasının güney-doğusundaki Makronissos'a nakledilecekti. Hükümet orada "Kızıl virüs"ten arınmayı sağlayacak "Eğitim merkezi" kurmuştu. Theodorakis 1949'un başında Makronissos'a gönderildi. Bir ay sonra kamp sakinlerinden 5 binini bir boğazda toplayıp kurşun yağmuruna tuttular. 35'i kurtulabildi. Sonra onların da 13'ü asıldı. İki ay sonra Osmanlı'ya karşı bağımsızlık savaşının yıldönümü olan 25 Mart'ta Kraliçe Frederika (Hitler Gençliği örgütü üyesiydi. Ana Kraliçe olduğu yıllara yetiştim) Makronissos'u ziyaret etti. Ertesi gün Theodorakis işkenceye alındı. Dövüldü, tekmelendi, bir asker göğsüne çıkıp kemiklerini kırıncaya kadar ezdi. Bilincini yitirdi. Akşam işkenceciler hala yaşadığını görünce deliye döndüler, içlerinden biri o hırsla sağ bacağını kırdı. Üç hafta sürdü işkence. Sonunda bir hükümlünün "Yanlış yapıyorsunuz, o yarının en büyük müzisyenlerinden biri olacak" uyarısıyla bıraktılar. Atina'da askeri hastaneye kaldırıldı. Üç kamurga kemiği kırıktı, sağ dizi parçalanmıştı, sağ gözüne kan toplanmıştı ve en önemlisi ciğerinin yarısı tahrip olmuştu. Nüksedip duran tüberkülozu ondan kalma. Tüm bunları atlattı, uluslararası kamuoyunun da girişimleriyle 1954'te yurtdışına gitmesine izin verildi. Unutuyorduk; arada, 10 yıldır sevgilisi olan Mirto Altınoğlu ile nihayet evlenebildi. Yunanistan'ı birlikte terk ettiler. Gurbet ağır geldi. 1960'ta Yunanistan'a dönmeye karar verdi. Haber gönderdiler: "Dönersen öldürüleceksin." Bu tehditle daha da kamçılandı. Atina havaalanında şarkılarını söyleyen binlerce genç karşıladı onu. 1964'te Pire'nin ikinci bölgesinden milletvekili seçildi. Ve o 1964, Thseodorakis'in zirveye çıktığı yıl oldu: Yunan yönetmen Mihail Cocoyannis'in projesine katıldı. Onun yöneteceği "Zorba" filminin müziğini yapacaktı. Zorba baştan sona büyüleyici ama o finali yok mu, o finali Anthony Quinn ile Alan Bates'in, yani Aleksi Zorba ile Basil'in kumsalda "Sirtaki" oynadıkları sahne. (Zorba'nın son sözleri, daha doğrusu tanrıya sitemi kulağımda yankılanıp duruyor: "Benim gibi adamlar bin yıl yaşamalı") Aslında sirtaki diye bir oyun yok. Hassadipo ile Zeybetiko karışımı bir şey. Yavaş ve hızlı Yunan halk danslarının alaşımı. Kimilerine göre de Sirtoz (yavaş) ve Pidiktos (hızlı) sentezi. Bazıları da onu en hızlı oyun Şasaposerviko'nun ağır çekimi görüyor. Her neyse... Sirtaki kısa sürede tüm dünyada diskoteklerden köy meydanlarına kadar her yerde en çok oynanan folk parçası oldu. O kadar ki 40 yıl sonra 2004'te, New York Times'ın en iyi 25 CD listesinde yer almaya devam ediyordu. 20 Nisan 1967'de ertesi gün başlayacak Hollanda gezisine hazırlanırken gecenin bir vaktinde haber geldi: Albaylar darbe yapmıştı. Theodorakis yer altına indi. Birkaç saat sonra Yunan halkına ilk çağrısı yayınlandı: "Direnin!" Cunta şarkılarını yasakladı. 21 Ağustos'ta yakalandı. Bir yıl sonra Arkadya dağlarındaki Zatuna köyündeki toplama kampına nakledildi. Bir yıl daha geçti. Tüberkülozu ağırlaşmıştı. Uluslararası kamuoyundaki müthiş kampanyanın etkisiyle cuntanın pençesinden kurtarılabildi. Ama eşi ve çocukları Yunanistan'da kalacaktı. Rehin olarak. Uzatmayalım; daha nice badirelerden geçtikten sonra Türkiye'nin Kıbrıs Barış Harekatı ile Albaylar Cuntası'nın devrilmesiyle vatanına döndü. 24 Temmuz 1974'te. Kahraman gibi karşılandı. Bu yeni dönemde milletvekili oldu, bakan oldu. Müzisyenliği bırakmadan. Yunanistan'da turneden turneye, yurtdışında konserden konsere koşarak. Ama bu dönemdeki en soylu, onu Olympos'un ölümsüzleri arasına katan misyonu, Zülfü Livaneli ile birlikte Türk-Yunan dostluğu için harcadıkları çaba oldu. Önce 1987'de birlikte dernek kurdular. Sonra ortak konserler verdiler. Türkiye'de, Yunanistan'da, Kıbrıs'ta. Ve de Avrupa'da. Hele "Birlikte" adını verdikleri Avrupa turnesi var ki, bugün bile konuşuluyor. Berlin'de başladılar, Paris, Brüksel, Frankfurt, Münih'te yeri yerinden oynattıktan sonra Stuttgart'ta noktaladılar. Biri "Epitafios"u söyledi öbürü "Leylim ley"i, biri "Arşipelagos"u söyledi öbürü "Karlı kayın ormanı" nı, biri "Romiossini"yi söyledi öbürü "Odam kireç tutmuyor"u... Zaman zaman birbirlerine eşlik ederek. İşte sevgili Zülfü Ağabey'in sadece turne değil, aynı zamanda barış davası arkadaşı, o Avrupa turnelerinde "Türkler ve Yunanlılar geçmişi çoktan unuttular. Ege'de hâlâ kara bulutlar varsa, tek sorumlusu, iki halk arasında kin tohumları ekmeyi siyasi rant kapısı gören politikacılardır" diye haykıran o adam 80 yaşına basıyor. Bu yılın 29 Temmuz'unda. Yunan hükümeti de 2005'i "Mikis Theodorakis Yılı" ilan etti. Zaten o nedenle bu portreyi kaleme aldık. "Ke s'agapo" Theodorakis. Senin gibi adamlar bin yıl yaşamalı...