Dünya klasikleri arasında önemli yeri olan Grigoriy'un ünlü eserini okuduğum ilkokul yıllarımdan beri benim için Finlandiya hep "beyaz zambaklar ülkesi" olarak kaldı. Kıyılarında o zambakların kendiliğinden yetiştiği sayısız göller, bu göllerdeki adalar ve her evde bir Fin hamamı, bu ülke hakkında basmakalıp bilgilerimi oluştururdu. Kışın ülkenin kuzeyi, Laponya'da iki ay boyunca güneşin hiç doğmadığını, yazın bugünlerinde de yaklaşık iki ay süreyle hiç batmadığını daha sonraları, ortaokulda, coğrafya derslerinde öğrendim. Yemek içmek konularına ilgi duyduğumdan beri de en iyi votkalardan birinin "Finlandiya" adını taşıdığını tadarak saptadım. Dünyanın bir numaralı cep telefonu markası Nokia'nın bir Finlandiya ürünü olduğunu ise artık okul öncesi çağdaki çocuklar bile öğrendi. İşte Lufthansa Alman Havayolları'nın davetlisi olarak "beyaz geceler" hakkında bir fikir edinebilmemiz için bir grup ağzının tadını bilen meslektaşımla birlikte önceki hafta Finlandiya'nın yolunu tutarken, bu ülke hakkında bu sıraladıklarımın dışında pek de fazla bir fikrim yoktu. Olsa olsa Fince ile Türkçe'nin aynı dil ailesinden geldiğini, 11 Aralık 1999 tarihinde Türkiye'nin aday ülke olarak kabul edilmesinin kararlaştırıldığı AB zirve toplantısı sonuç bildirgesinin Helsinki'de imzalandığını ve o gün bugündür Helsinki kriterlerine uyum sağlamak için göbeğimizin çatladığını da biraz daha kendimi zorlayarak bu bilgilere ekleyebilirdim.
BİNLERCE ADA
Uçağın konforlu business class bölümünde hosteslerin sürekli ikramına ek olarak, Münih Havalimanı'nın yine business class transit salonunda yeteri kadar şımartılınca, oldukça uzun sayılabilecek yolculuk tam bir gurme şölenine dönüştü. Finlandiya Körfezi üzerinden alçalıp buzullar çağının bu ülkeye armağanı, dantel gibi girintili çıkıntılı kıyılar, irili ufaklı adalar arasından geçerek kendimizi başkent Helsinki'de bulduk. İstanbul'dan kalkıp Londra, New York gibi metropollere gitmedikçe, her yer terk edilmiş izlenimi bırakır. 500 bin nüfuslu Helsinki de sayım günü sokağa çıkma yasağı uygulanan İstanbul'u hatırlatıyordu. Türkiye'nin yarısı kadar büyüklükteki Finlandiya'da 5 milyon kişi yaşıyor ve en kalabalık şehri 500 bin nüfuslu Helsinki. Ertesi günden itibaren Helsinki'nin yeme içme dünyasını otelin kahvaltı salonundan başlayarak keşfe koyulduk. Finliler kahvaltıya çok önem veriyor. Yulaf ezmesi, müsli, yoğurt, taze meyveler gibi vicdan rahatlatıcı diyet kahvaltılıklarının hemen yanında çeşitli yumurtalar, bunların etkinliğini artırıcı sosis, beykın gibi kalori bombaları, envai çeşit sucuk, salam, dilimlenmiş peynirler ve belki de büfenin en lezzetli kahvaltılık malzemesi ekmekler.. Finlandiya'nın çavdar ekmeklerinin tadına doyum olmuyor. Ana caddelerde dolaşarak Fin mutfağını tanımanın imkanı pek yok. Zira her köşe başında bir McDonald's ya da Finlandiya versiyonu Hesburger dükkanına rastlıyorsunuz. Rehberlerden, 500 bin nüfuslu Helsinki'de 20 McDonald's ile 28 Hesburger şubesi bulunduğunu öğrendim. Çin lokantaları, pizzacılar, hatta Türk dönercilere bile gerçek Fin lokantalarından daha sık rastlanıyor. Aslında Danimarkalılar ve İsveçliler gibi güzel bir ırk değil, Finliler. Ancak sarhoşken Finlilerin insana güzel göründüğünü okumuştum. Bunun ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum ama ayık gözle güzel insana ender rastlandığını söyleyebilirim. Oldukça kısa boylu, Orta Asya izlerini taşıyan yüzleri, adeta saydam beyazlıkta tenleriyle, Finlilerin, istatistiklere göre dünyanın en fazla kilolu beşinci ulusu olduğunu okudum. Ancak bunun abartılı olduğunu düşünüyorum.
FİN USULÜ PAPALİNA
Fin spesiyaliteleri ile önce şehir turu sırasında, limanda kurulan pazarda tanıştık. Burası kazıkçı turistik eşya stantları arasında taze sebze, meyve ve deniz ürünlerinin satıldığı ve tezgahların önünde epey zaman geçirebileceğiniz hoş bir yer. Örneğin boyu bir metreyi aşkın taptaze bir somonun filetosunu birkaç harekette çıkaran balıkçının ustalığı etkileyiciydi. Özellikle ringa balığı çeşitlerini pişirip satan bir tezgahtan ikram edilen bizim Ayvalık papalinasını andıran minik tava balığın tadı da damağımda kaldı. Sebze stantları bizim pazarlarımızla kıyaslandığında çok fakir; patates, havuç, lahana ve bir iki sıradan sebze daha. Ama ilkbaharın bize göre çok daha geç geldiği Finlandiya'da bugünlerde tam bir çilek şöleni yaşanıyor. Pazarda bir Türk manav en kaliteli çileklerin iki haftaya kadar çıkacağını, dünyanın en iyi çileklerinin Finlandiya çileği olduğunu söyledi. Onun yalancısıyım; çilek ne kadar uzun süre gün ışığı alırsa, o kadar lezzetli olurmuş. Eğer bu doğruysa, şu sıralarda 21 saat güneşin kaybolmadığı Helsinki ve civarında bu kadar lezzetli çileklerin yetişmesine şaşırmamak gerek. Grubumuz gerçek Fin mutfağını tanıma konusunda önceden dersini çalışmıştı. Limanın hemen yanı başındaki bir adada bulunan deniz ürünleri restoranı Saari ve Laponya spesiyaliteleri ile ünlü Saaga adlı restoranlarda önceden rezervasyonlarımız yapılmıştı. Çok isabetli seçim yaptığımızı söyleyebilirim. Balık lokantalarında önce meze türü mahalli soğuk deniz ürünleri ve salatalar servis ediliyor. Marine, tütsülenmiş bu iştah açıcı balık mezelerinin ardından, değişik deniz ve tatlı su balıkları arasından tercihim dev bir porsiyon ızgara Finlandiya somonu oldu. Somonun cinsinden mi, pişirmedeki ustalıktan mı bilmiyorum, sonuçtan çok memnun kaldım. Yemeğin yanında garnitür olarak sunulan ve bana sanki suyuna taze soğan ilave edilerek haşlanmış gibi gelen patateslerin lezzeti de olağanüstüydü. Zaten Finlilere milli yemeklerini sorduğumuzda hep, "patates" cevabını aldık. Patatesi yetiştirmeyi de lezzetli pişirmeyi de iyi biliyorlar.
FAVORİM FÜME GEYİK BONFİLESİ
Ertesi akşam gittiğimiz Laponya lokantası ise bizlere o güne dek hiç tatmadığımız seçenekler sunuyordu. Ayı bifteğinden ren geyiği bonfilesine, geniş boynuzlu kuzey geyiği, "elk" pastırmasına dek çok çeşitli spesiyaliteler tattık. Ayı etini soracak olursanız, devekuşu, timsah gibi ekşimsi etlerin yanında kuzu eti kadar lezzetli. Ama benim favorim önce tütsülenip, ardından pişirilen ren geyiği bonfilesi oldu. Finliler kişi başına 30 bin doları aşan milli gelirleriyle dünyanın en şanslı, en varlıklı uluslarından. Ancak bu zenginliklerini göstermiyorlar. Caddelerde tek bir dev Amerikan cipi görmediğim gibi, minibüs şoföründen genel müdüre kadar hemen herkes kaliteli, rahat ama lüks olmayan kıyafetler içinde dolaşıyor. Bir başka şaşırtıcı özellik de hiçbir yerde Nokia reklamının görülmeyişi. Galiba Finlandiya'da herkesin bu marka cep telefonu kullandığı varsayılarak, reklamları bizim gibi ülkelere kaydırıyorlar. Yabancılar için Finlandiya'nın en yadırgatıcı yanı lisanı. Konuşulanlardan, tabelalarda okuduklarınızdan hiçbir ipucu çıkaramıyorsunuz. Zira her ne kadar Türkçe ile akraba olduğu söylense de Türkçe ile benzer hiçbir kelime yok. Bir örnek vermek gerekirse, külahta dondurmanın Fincesi "Jötötterö". "Yetelötötterö" olarak okunuyor. İyi geceler demenin Fincesi ise "HyvyötBu da "hüve yöte" olarak seslendiriliyor. Gelin de işin içinden çıkın! Şaka bir yana, sakin, huzurlu, yemyeşil ve şu sıralarda aydınlık ve ılık bir baharın yaşandığı kent, Helsinki. Eğer votka düşmanı değilseniz ve aydınlıkta da uyuyabiliyorsanız, şu sıralar bu güzel ülkenin tadını en iyi şekilde çıkarabileceğinizi söyleyebilirim.